Her insan bir metin. Okumasını bilmiyorsan ya ilmin yetmiyor, ya hissetmiyorsun ya da kendinden çok uzaksın.

Platon tarihte meşhur "Universalia" yani "Tümeller sorunu" kavramsallaştırmasıyla fitili ateşler. Tanrı bizleri yaratmadan önce zihninde planlamış manasında kavramlar nesneden önce vardırlar derken Aristo her zaman olduğu gibi, hocasının tam tersi yerde konumlanır, kavramlar nesnelerden sonra gelir der. Üçüncü ise daha enteresandır, kavramlar nesnenin kendi içinde vardır, biz onu nesnenin içinden her nasılsa ayırıp alıyormuşuz yani.

3. ve 4. yüzyıllarda Yeni-Platonculuğu başlatan Platinos ve onun öğrencisi "Eisagoge" yazarı Porphiyiros tartışmayı devam ettirir. Orta Çağ'da bu tartışma alevlenir. Kilise babaları üst perdeden tartışmalara katılırlar. Bir tarafta realistler, Agustinus, Scotus Erigena, Anselmuş varken, diğer tarafta Nominalistlerden bir kişi öne çıkar sadece. Efsane, yasak aşkın iğdiş edilmiş alimi Abelardus'un hocası Roscalinus'a göre kavramlara verilen adlar tesadüfidir, öyle bir öncelik aramak gereksizdir yani.

KUSURSUZ DİLİ ARAMA

Orta Çağ aynı zamanda "Kusursuz dil" arayışı ile geçer (1). Kusursuz dil yani Tanrı'nın kendi zihninde olup Aden bahçesinde Âdem ile konuşup ona aktardığı dil. Fark ettiğiniz gibi, bu realistlerin tezine uyan bir hikâye. Efsaneyi biliyoruz Tevrat ve Kur'an'da kişiler bazında farklılıklar olsa da konu aynıdır. Tanrıya ulaşmak isteyen insanoğlu Babil kulesini inşa edince buna kızan tanrı o tarihe kadar aynı dili konuşan insanlara ceza verir, dillerini ayırır. Sabah uyanan insanlar bir bakar ki kimse diğerinin konuştuğu dili anlamaz. 72,5 milletin, buçuktan kasıt yani çingeneler de dahil dili ayrışmıştır artık.

Niye kusursuz dil derler peki bu da ayrı bir mesele çünkü. Onlara göre bu ilk dilde her nesnenin bir adı vardır ve kavramlar, isimler çeşitli manaya gelmez. Mesela kanun dediğimizi düşünelim bu hem yasaya göndermedir hem de bir müzik aletine. İşte bu onlara göre bir kusurdur, ilk dilde böyle bir şey yokmuş yani. Öyle ya bütün Ortaçağ her şeyi teklik etrafında bütünleştirirken kavramlarda çokluk kabul edilemezdi, bunun da bir düzene girmesi gerekmektedir yani. Görüldüğü gibi bu efsane ilk "asr-ı saadet" göndermesidir aynı zamanda.

YAPAY DİLLER

Zamenof, 20. yüzyılın başında dünyanın ilk yapay dili Esperanto'yu belki de bu kusursuzluk düşüncesi yüzünden oluşturdu. Ancak malum işte her şey batı merkezli yazılıyor. Oysa ondan çok önce daha 16. ve 17. yüzyıllarda, bu topraklarda Gülşeni tarikatinden Muhyi-i Gülşeni "Baleybelen" yani "dilsizlere dil veren" manasında yapay bir dili oluşturmuştu bile (2).

Kelimelerin ve kavramların tarihi vardır. En popüler olanını söyleyeyim, mesela diyalektik ilk çağ kullanımıyla Hegel, Marx ve Adorno kullanımı arasında büyük farklar vardır. Hegel'in tarih felsefesi, Geist'in yolculuğunu tez, anti-tez ve sentez ekseninde anlatır, Marx bu üçlemeye aynen katılır ama ifadesine göre diyalektiği ayakları üzerine oturtur ona devrimci bir öz verir. Kendiliğinden işleyen bir geist yerine bu zalim (!) düzeni değiştirecek olan devrimci güçler yani proleterya öznedir artık. Ama neticede ikisinde de teleoloji yani telos ve logos vardır.

Ancak Adorno bu üçlü sistemin ilk ikisini yani tez ve antitezi birinci, sentezi ikinci uğrak olarak düşünür, Hegel ve Marx'da sentez, Adorno için antitez esastır. Bu da kitabının ismidir zaten, yani "Negatif diyalektik".

Hegel ve Marx'a göre sentez bir müddet sonra tez olur yine onun antitezi oluşur bu böyle çevrimli bir şekilde devam eder. Üçü de -ve mutlaka benim dahil etmediğim başkaları da- aslında bir kavram yoluyla yeni bir dünyaya, yeni bir görme biçimine kapı açıyorlardı.

İNSANI TANIMA VE ANLAMA MÜCADELESİ

Özellikle neoliberalizm döneminde malum tüketim kültüründe artık insanların sosyal kökenleri öyle çok iyi anlaşılamıyor. Kişi neredeyse bütün parasını telefonuna, ya da giysisine, aksesuarına verebiliyor. Ancak yine de sosyal kökenine, habitusuna ilişkin belki davranışları ya da kullandığı kelimelere, yaklaşım biçimine bakarak bir şeyler çıkabilmektedir, kavramlar, kelimeler dünyamıza ilişkin bilgiler verirler zira. Yani bizim sinemamızda da çok kullanılan o meşhur bir dokunuşta değişen "Pigmelion" hikayesi biraz zorlamadır, geçiyorum.

Hermenötikin ilk dönemi sosyal tipler, sınıflar üzerineydi. Mesela Veblen'in "aylak sınıfı" böyle bir okumanın neticesinde ortaya çıkmıştı. Aylak sınıf sonra daha kıymetlendi Benjamin ile etrafını gözleyen analiz eden flanöre dönüştü. Sonra metin analizi dönemi sanki biraz daha renklendi gibi. Karşılaştırmalı edebiyat, edebiyat kuramları alt dalları giderek okumaları renklendirdi. Auerbach, Bahtin gibileri batı edebiyatını analizden geçirip, anlamın, zihniyetin oluşumunu incelediler. Evet herkesin anlam dünyası farklı olsa da Whitehead'in "felsefe tarihi Platon'a düşülen bir dipnottur" iddiası gibi Auerbach da bizim topraklarımızda yazdığı o efsane "Mimesis"inde, bütün metinlerin kökenini dönüp dolaşıp kutsal kitaba ve Odysseus'a yani Yahudi-Helen’e dayandırmaktaydı. Yine aynı şekilde, Bloom "Batı kanonu" kitabında Shakespeare'nin batının anlam dünyasını oluşturmadaki rolünü gösterdi.

Subaltern studies yani "Maduniyet çalışmaları" da Said'in akademik dünyada deprem etkisi yaratan Oryantalizm çalışması ardından özellikle Hint dünyasında oluşan içe bakışla ortaya çıktı. İlk çalışmayı Ranajit Guha yaptı. Sonra maduniyet çalışmaları özellikle komprodor, elit burjuvazi analizleri diye değerlendirebileceğimiz genel Marksist analizlerden biraz daha sıyrılarak metin analizi ağırlıklı oldu. Bu arada Homi Bhabba, Partha Chattarjee, Gayatri Spivak gibi çok önemli düşünürler ortaya çıktı. Said ama ondan önce Foucault elbet Pandora'nın kutusunu açmıştı artık geri dönüş yoktu. Burada da madun olanın bilincinde oluşan anlam üzerine yani kolonyal ülkelerin kolonyalize ettikleri halkların bilinci üzerine incelemeler yoğundu yani.

KELİMELERDEKİ HEGEMONYA

Kelimelerin ne kadar önemli olduğunu 1980'ler sonrası ortaya çıkan kimlik merkezli "Yeni toplumsal hareketler" de de görüyoruz. Feminist hareketler cinsiyet söylemlerine karşı savaş açmış durumdalar, hayvan hakları savunucuları hayvan ismi söylenerek bir insana hitaba, küfre karşı tepki gösteriyorlar. Kadın ya da hayvan hakları mücadelesinin öncelikle dilde yapılacağını keşfetmişler o yüzden burada müthiş bir mücadele gösteriyor hermenötik ve maduniyet çalışmaları gibi kelimeler ve metinlerle anlam ve gönderme bakımından ilişki kuruyorlar.

Dilin ne kadar önemli olduğu bugün artık üzerinde tartışılmayan bir şey. O dili kullanmayı öğrenme sürecimizde bir dünyanın içine gireriz. Toplumun, Lacan'ın söylediği gibi "simgesel" ve "gerçek" düzenini bu dil aracılığıyla öğreniriz. Dilin kuruluş biçimi yani sentaksı bizim düşüncemizi, semantiğimizi belirler. Mesela bizim dilimizde özne kullanmadan gizli özneyle konuşmamız oysa İngilizce'de öznesiz cümle kuramamak bize bir şey ifade ediyor mu. Gizli özne kullanımlarımız bizim bir türlü ortaya çıkabilecek cesareti gösterememizin sebebi olabilir mi. Arapça’da da benzerdir bu durum, tesadüf olamaz herhalde. Ezhebu yani gidiyorum diyorsun "ene ezhebu" demene gerek yok. Burada da ene yani ben olan özne gizli, fiilin içine yedirilmiş yani. Farsçada da bu durum aynı. Sohbet kerdem yani konuşuyorum diyorsun. "Men sohbet kerdem" demene gerek yok, men yani ben gizlenebiliyor görüldüğü gibi. Jameson'un bu durum için kitabının da ismi olan "Dil hapishanesi" metaforunu kullanması boşuna değildi herhalde. Bir kültürde var olan bir kavramı çeviremeyebiliyorsun sen de bunun tarihselliği yok zira. Doğu dinlerinin bir türlü anlaşılamaması da bu yüzden bir güçten bahsettiği kavram var ama onu çevirdiklerinde kendilerinde karşılığı olmadığı için tanrı deyip geçiyorlar, oysa dünyanın öbür tarafında böyle bir kavram yok. Bunun gibi şeyler için "kültürel çeviri" lazım, yani Homi Bhabba ve Butler'in sorunsallaştırdığı alanda biraz dolaşmak.

Jung bütün toplumların ortak bir hafızası olduğunu söylediğinde bu biraz psikolojik analizi aşıp felsefenin, sosyolojinin alanına girme gibiydi sanki. O her ne kadar Freud'un grubunda yer alsa da sonra ondan ayrılmış kendi özgün düşüncesini kurmuştu. Şimdilerde çok popüler olan subliminal mesajlar hikayesinin bütün çıkış noktası ona dayanmaktaydı. Bu iddiaya göre insan için çok önemli arketipler vardı, mesela ölüm, cinsellik bunların içinde en önemli olanlardı. Eğer bir ürünü saniyede geçen 25 karenin sonuncusuna yerleştirirsen -mesela Mcdonald’ ürününü reklamının yanında bir köşede sex yazısı veya çıplak bir kadın gibi- bilinçdışı 24 kareden daha çok bu 25. olanı algılar ve arkeetip kuvvetli olduğu için o ürünü almaya yönelir. Diğeri de zihniyet tarihini ortaya çıkarmak için çok önemli bir kavram olan "kolektif bilinç altı". Mesela "Sevr" meselesi bizim zihniyetimizi nasıl etkilemiş ki bu korku o gün bugün siyasetimizi belirleyen en önemli mihenk taşlarından birisi.

Psikanalizde "Serbest çağrışım" diye bir teknik var. Resimlere bakıp bilinçsizce bir şeyler söylemenizi isterler. Aslında hiç de bilinçsizce değildir bu daha doğrusu bilinç dışı da bilincin süreçlerinden olduğundan rastgele diye seçtiğin kelimeler de senin hayatının bir parçasıdır. Alfred Humboldt adlı bir yayınevi sahibi, Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı dosyasını gönderen arkadaşına dehşetle, “Sevgili dostum, muhtemelen kafam durdu, ama tanrı aşkına, bir insanın uykuya dalmadan önce yatakta oradan oraya dönmesini anlatmak için otuz sayfaya ihtiyaç duymasını bir türlü anlayamıyorum” diye yazar. André Gide, Gallimard yayınevinin başındayken önüne gelen “Kayıp Zamanın İzinde”yi paketini bile açmadan geri gönderir ve Proust kitabını nihayet kendi imkanlarıyla bastırıp da beklenmedik bir başarı kazanınca edebiyat tarihinin en büyük potlarından biri ortaya çıkar.

Edebiyatta buna "bilinç akışı tekniği" demişler. Psikanalitik edebiyat kuramı da bütün metnin içinden yazarı ortaya çıkarmaya çalışır, onun psikanalizini yapar. Bütün derdi nesnesini çözümlemeye çalışmaktır yani. Öznenin ölümünü ileri süren postmodern ve postyapısalcı edebiyat kuramının böyle bir derdi yoktur, yazar metni bitirdiği andan itibaren zaten özne öldüğü için yazar da ölmüştür, yani okuyan kişi kadar yorum vardır yazarın yorumu da ayrıcalıksız olarak onlardan birisidir.

Şimdi ismini hatırlayamayacağım polisiye bir filmde dedektif "Gerçek burada ama biz göremiyoruz" diyordu. Görmek de bilgiyle alakalı mesela parmak izi 20. yüzyıl itibarıyla bulunduktan sonra cinayetler teknik olarak daha rahat ortaya çıkıyordu. Ondan önce Lambroso'nun yüz tiplerine göre daha önceleri de Gall'ın frenoloji yöntemi ile yani kafataslarını sınıflandırarak bir şeyler yapılmaya çalışılıyordu, artık kimlerin kanına girmişlerdir diyeceğim ama FBI'ın hala bu yöntemleri kullandığı söyleniyor.

BİR METİN OLARAK İNSAN

Göremeyen insanın eksiği sadece teknik değil, karşısındaki insanın bir metin olduğu ön kabulünde olamaması. Her insan bir metin okumasını, görmesini bilene. Bu metinselliğini hareket, bakış, giyim tarzı, renkleri, kullandığı kelimeler, dil sürçmeleri, aksamalar, kullandığı bir kelimede gözünü kaçırması, ya da odaklanması, çoğaltılabilir elbet ama bu kadarı kâfidir.

İnsan ve toplumlar elbet bir kelimeyi, cümleyi kullanırken bunun yaygınlaşacağını düşünerek bilinçlilik içinde hareket etmez. Hepimizin söylediği bir sürü şey var, gerek sokakta gerekse de medyaya yansıyan. Bunlardan biri veya birileri neden tutuyor da diğerleri tarihin o anına özgü söyleniyor ve unutuluyor diğer kuşaklara geçemiyor. O kişinin kullandığı kelime veya cümle kolektif bilinç altında bir yere tekabül ettiğinde yaygınlık kazanıyor. Mesela "mermi manyağı" belirli bir kesimde kullanımı hala devam ediyor. Kanka ve türevleri, aşkım ve çeşitlemeleri, hala bütün hızıyla kullanımda, bunlar çoğaltılabilir elbet. "Dost tutmuş" doğulularda çok kullanılırdı mesela, günümüzde ne kadar azaldığı ortada. Oysa dost Farsça sevilen manasında. Dust darem seviyorum, Arapçadaki habibi gibi kullanımı var. Yani aslında o kültürün etkisinde kullandıkları, şehirliler tarafından alay edilen bu kelime, anlam açısından doğru gibi.

Dil gerçeği örtmüyor muydu, bilinç akışı tekniği bunu ortaya çıkarmak için değil miydi. Örtülen peçeyi kaldırman için meta analiz gibi meta bakış yani çoklu görü lazım demek ki.

Hasılı "Her insan bir metin" okumasını bilmiyorsan ya ilmin yetmiyor, ya hissetmiyorsun ya da kendinden çok uzaksın.

DİPNOT

1 - Eco, U. (2017). Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı. (K. Atakay, Çev.) İstanbul: Literatür Yayınları.

2 - Bunun kütüphanelerde bulunması, önce ne olduğunun anlaşılamaması, Hammer'ler'in işin içinden çıkamaması ayrı bir maceradır hani. M. Koç M. (2006) Baleybelen: İlk yapma dil, İstanbul, Klasik yayınları,