İktidar şiddetini gösterdiğinde nasıl şaşırmıyorsak kamera çekim yaparken insanların izlemesinin camda yansıması da bizim için vaka-i adiyedendir.
Yeşilçam dönemi Türk sineması ne kadar özensiz çekilmiş olsa da çocukluk veya gençlik anılarına denk gelmesi hasebiyle manevi olarak başka bir yerdedir hepimiz için. Filmleri yeniden izlediğimizde o zamanlar görmediğimiz şeylerin farkına varırız, mesela çok özensiz çekilmiş ikna kapasitesi eksik hatta neredeyse hiç yok.
Peki bunun Doğu toplumlarının iktidar yapısıyla bir alakası olabilir mi acaba? Gidelim bakalım.
Şimdi ismini ve filmini hatırlayamayacağım ünlü bir Amerikalı yönetmen filminin kamera arkasında bir duvarı spatula ile kazıyordu, neden bunu yaptığını sorana da mekanda istediği eskitmenin, süfli atmosferin oluşamadığını bunun da seyirciyi filmden uzaklaştıracağını söylüyordu. Bu burada kalsın...
İKTİDAR HER YERDE
Birçok düşünür iktidar hakkında yazmıştır ama Foucault, iktidarın her yerde olduğunu hiçbirimizin bu anlamda masum olmadığını mümkün olabilecek herşeyin kılcal damarlarına kadar girdiğini gösterdi.
Althusser'in katkısı da unutulmaz elbet. O da iktidarı devlet açısından çözümleyip "Devletin ideolojik aygıtları" ve "Devletin baskı aygıtları" diye bir ayrım yaptı. Buna göre İdeolojik aygıtlar okul, aile, sistem ve söylem olarak hukuk -çünkü adli süreç baskı aygıtlarına girer- Baskı aygıtları, asker, polis, kolluk anlamında hukuk ve sair şeylerdi.
YÖNETİMDE BATI - DOĞU FARKI
Yönetim anlamında Batı ile Doğu toplumları arasında inanılmaz farklar var. Bunun sebebi değişik ekonomik müsadere sistemleriyle alakalı olabilir.
Mesela Osmanlı toplumunda uzun bir süre malların aktarımı olmadığı için onlar da yaşarlarken hayır hasenat işlerine giriyorlar cami, mescit, sebil gibi şeylerin banisi oluyorlardı.
Lucienne Thys’nin “Hadice Turhan Sultan” kitabında söylediği gibi hanım sultanlar da görünür olmak için hayır-hasenat ve imar yolunu seçiyordu. Padişah birini cezalandırdığında onun mallarını müsadere edip devlet hazinesine aktarıyordu. Devlet Hazinesi diyorum zira kendisininki hazine-i hassa olup diğerinden ayrıydı. Habermas'ın “Kamusallığın yapısal dönüşümü” kitabında yazdığı şeyin aynısı burada da var yani.
1970'lerdeki tartışmaları bilenler hatırlayacaktır ülkemizde "Asya tipi üretim tarzı" temalı tartışmalar vardı. Marx'ın da vurguladığı gibi bizler ATÜT içindeydik. Bu bizim tarihimizde sosyalist devrimin nasıl olacağına ilişkin de tartışmalara yol açmıştı.
Bu anlamda yani Mihri Belli, Doğan Avcıoğlu Yön hareketinde ifadesini bulan "Milli Demokratik Devrimciler" ile "Sosyalist Devrimciler" yani Mehmet Ali Aybar'lar arasında devrim modelleri vesilesiyle, Türkiye’nin ekonomik yapısına ilişkin tartışmalar yapıldı.
Avcıoğlu’nun darbe yoluyla asker-sivil bir sol cunta kurma çalışmaları yaptığı iddiaları gündeme geldi. Bu bakımdan onun devrim modeli, yukarıdan aşağı olarak diğerlerinden farklılaşıyordu. Bu bakımdan Talat Aydemir darbe girişimlerinin de bu hareketin etkisi altında olabileceği düşünülüyordu.
ÜRETİM TARZI VE SİYASAL SİSTEM
Üretim tarzlarımızın farklılığı siyasal sistemimizi de belirledi.
Batı toplumları Magna Carta'dan beri merkezi iktidarla mücadele etmiştir. (1) Gelasius'un "İki kılıç" teorisi, papalık iktidarına karşı dilenci tarikatleri (2) İtalya’da papalık yanlısı Guelfolar ile imparatorluk taraftarı Ghibellinolar arasındaki çatışmalar, John Hus gibi dini özgürlükçü kardeşlik ayaklanmaları, Wycliff'in İncil'i ilk kez mahalli bir dile çevirmesi, sonra da Cromwell ihtilali, Amerikan bağımsızlık savaşı ve en nihayetinde Fransız ihtilali.
O tarihler için ön ulus devletler diyebileceğimiz merkezi krallıkların derebeylikleri zorla bir çatıda toplamasını da ekleyeyim buna.
Elias “Uygarlık süreci” kitabında Courteise yani saraylı tipinin ortaya çıkmasını bunun zamanla burjuvalara geçmesini oradan da sıradan halka aktarımını yazar. Adab-ı muaşeret saraydan burjuvalar eliyle halka ulaşır hasılı.
SİYASET TARİHİNDEKİ İKİ İYİMSER VE İKİ KÖTÜMSER
Siyasi ideolojiler tarihinde öne çıkan dört düşünür vardır.
Machiavelli (3) ve Hobbes bireye güvenmez. Machiavelli Floransa'nın hakimi Mediciye bırak bu bilimi, sanatı, majiyi -majiyle ilgileniyorlardı soy isimleri de oradan kaynaklı zaten- bu hercümerc halindeki İtalya'yı bir araya getir bak Pisa yıllardır Fransızların elinde sen hala ne peşindesin mealinde şeyler söylüyordu. O meşhur hükümdar kitabı işte ona yazdığı mektuplardan oluştu.
Hobbes da insana inanmayanlardandı. Leviethan kitabında insan nefsinin özü itibarıyla kötü olduğunu bunu dizginlemek gerektiğini söylüyordu.
Bu iki kötümserin ardından iki de insana inanan düşünür Locke ve Rousseau vardı.
Rousseau "Toplum sözleşmesi" kitabıyla düşünce tarihine önemli katkılar yaptı. Toplum; varsayılan bir sözleşmeyle devlete ve kendisine ilişkin kurallara imza atmıştı. Bu düşünürler Sivil toplum-devlet yazınında önemli köşe taşlarındandı.
Bu kadar göndermeden sonra konuya geleyim.
BATIDA İKNA
Batı'da devlet, ünlü yönetmen örneğinde olduğu gibi hakimiyeti ikna ile kurar. Yani ikna olduktan sonra artık, belki baskı varsa bile, bunu göremeyebilir yada kendinde bunun bir parçası olursun.
Andre Gorz'un o müthiş "Elveda proleterya" kitabının tezi tam da budur işte. Proleterya kendisine veda etmiştir, artı değerin ona daha fazla akması onun devrimci özünü götürmüştür zira.
Reich, "Önemli olan insanların neden hırsızlık yaptığı değil neden yapmadığıdır" diye bir çığlık atar. İtirazı işte bu anlamda o ikna olmuş Marx'ın söylediği yanlış bilinçliyedir.
DOĞUDA "MIŞ GİBİ"
Doğu toplumlarında ise öyle ikna falan biraz lüks. Söylem, aktarım hala şifai kültürün yansıması sloganlar üzerinden yürüyor.
Nisbett’in “Düşüncenin coğrafyası” kitabına gönderme yaparak, hakikati onlardan daha farklı yaşayan bizim düşünmemizle de alakalı olduğunu söyleyeyim.
Enlul’un “Sözün Düşüşü” kitabındaki tezine göre söz imajların istilasından dolayı düşmüştü. O istila bizde de var ama hala söz üzerine insanlar öldürülüyor. Devlet geldiği her yerde “miş gibi” yapar halkı da miş gibi yapıp durumu kurtarır. İşportacıya “tezgahı kaldır” der “ben gittikten sonra açarsın” diye de ekler tanıdığına yada nemalandığına. Baskı dönemlerinde anlatı değişir, yanlışa düşene eyvah ki ne eyvah.
SİNEMAMIZDAKİ GİZLİ KONTRAT
Yani sinema sistemimiz de devletle kurduğumuz ilişki gibidir. Rousseau’nun toplum sözleşmesi gibi gizli bir kontrat vardır sanki aramızda. Peşinen kabul ederiz bunun bir film olduğunu, öyle batılı yönetmen gibi şeyler yapmasına da gerek yoktur.
İktidar şiddetini gösterdiğinde nasıl şaşırmıyorsak kamera çekim yaparken insanların izlemesinin camda yansıması da bizim için vaka-i adiyedendir. “Film mi çekiyoruz burada”, “Bi film peşindesin” de ifadesini bulur yedinci sanata yaklaşımımız. Film işte yani.
DİPNOTLAR
1. Robin Hood filmlerini hepimiz biliriz hakikaten kim çekerse çeksin hikaye güzel olduğu için izlenir. Ama 1938 yapımı Errol Flynn daha bir güzeldir sanki. Romanı yazan Walter Scott aslında eski bir halk hikayesini kurgular. O kitap ve efsanesi sonrası dünya kültüründe “Robin Hoodluk” gibi zenginden alıp fakire veren tip oluştu. İşte o hikayede Robin Hood'un mücadele ettiği Prens John adlı kötü bir tip vardır. Bu John Magna Carta'yı imzalayan prens yani Aslan yürekli Richard'ın kardeşi. Babasından ona miras kalmadığı için Lockland yani “Yurtsuz John” diye anılıyordu. İşte tarih Batı merkezli yazılıyor sonrası söylenmiyor elbet. John tıpkı filmdeki gibi kalleş biraz güçlendikten sonra haklarını tekrar alıyor. Magna Carta bugün bildiğimiz halini onun 1217’de ölümünden sonra oğlu döneminde aldı.
2. Eco'nun "Gülün adı" romanı 1980’de basılmış, büyük bir tesir yaratmış, Türkçe dahil bir çok dile çevrilmişti. 1986’da filmi, 2019’da dizisi çekildi. Daha çok bilinen film üzerinden gideyim. Sean Connary işte bu Fransisken tarikatindendi. O dönemler için bu tarikat hakikaten devrimci bir öz taşıyordu. Kilise-kraliyet çatışmalarında kilisenin tıpkı İsa gibi fakir bir hayat yaşaması gerektiğini oysa şimdi debdebe içinde olduğunu söylüyordu.
Tahmin edilebilir elbet tabiatıyla kilise bunları hiç sevmezdi. Bir de hani heretik kitabı okuyanın öldüğü o muazzam labirent kütüphanenin sorumlusu, gülmeye uyuz olan kasvetli suratlı biri vardı Jorge o da Dominikenlerdendi. Bu Dominikenler aynı zamanda Engizisyonu da kuran tarikatti, yani durumun ne kadar tuhaf olduğunu tahayyül edin. Sonradan Jorge'nin körlüğünün Borges'e gönderme olduğu yazıldı. Tabi Eco, en sevdiği yazarlardan olan Borges'e bilgiyi saklama ya da zehirli bilgi temasını niye verdi bu da meşkuk.
3. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir yazar çok bilinen kitapların okunmama gibi bir talihsizliği vardır der. Machiavelli'nin kitabının sadece bir bölümü yani sen İtalya'yı bir araya getir bırak bunun için şöyle böyle yönetimi tembihi" amaca giden her yol mübahtir" diye kalmış bu motto yüzünden koca kitap gümbürtüye gitmiş. Oysa kitaptan sonra bunu dinlemeyen Medicilerin başına neler geldi neler. Floransa Savaranola'nın kışkırtması ile işgal oldu meşhur Pico della Mirandelo o gericiliğin etkisiyle kendi kitaplarını meydanda yaktı. Zaten Papa nefret ederdi Medicilerden. Ezeli düşmanları olan aile yönetime el koydu. Daha sonra tekrar buraya döndüklerinde artık Floransa'dan bir hayır gelmedi. Bu şansı kaçıran İtalya şehir devletleri milli birliğini kuramadı on yıllar sonra bunun neticesi faşizme kadar gitti. Tıpkı kendileriyle aynı şekilde milli birliğini geç kuran Almanya gibi.