Öyle masum bir kelime deyip geçmeyin sakın; kelimeler sadece bilincimizin bir yerini göstermez, zikir örneğinde bahsettiğim gibi, aynı zamanda onu oluşturur da.

İlm-i ledun bilinmezin bilimi, vakıf olmak öyle kolay bir şey değil, neredeyse imkansız yani. Levh-i mahfuz'da yazılı ilm-i gayb'ı Allah seçtiği kişilere vermiş, en azından literatür böyle söylüyor. Mesela Hz. Hızır bunlardan birisi. Levh-i mahfuz günümüz bilgisiyle söylersek bir çeşit hard disk, bunun içinde tek tek insanların da, evrenin de dahil olduğu her şeyin bilgisi var. Tarihin kadim dönemlerinden beri Mısır, Hint, Çin daha sonraları da Yahudiler, Hristiyanlık ve en nihayet İslam dini bu ilmin varlığını hissetmişler ona vakıf olmak için peşine düşmüşler.

İşte İrfan’ın yola çıkması bu şekilde oldu. Kendilerinde var olduğu düşünülen tanrısal özü daha çok ortaya çıkarmak için bu dünyadaki cismani varlığından yani onun zevk, keder, haset, tutku ve sair özelliklerinden sıyrılma sürecinde meditasyon ya da oruç gibi yöntemlerle, Cemil Meriç'in o müthiş ifadesi "bedenin dar ve sevimsiz görüntüsü"nü aşarak bunu yakalamaya çalıştılar.

Ezoterik-Batıni gruplar ise mesela Taocular, Kabalistler, Esseniler, Tapınak şövalyeleri, Hasan Sabbah İsmaililer (Haşhaşi demiyorum çünkü bu ifade o dönem onlara yönelik kara propaganda sonucudur) Katharlar, Bektaşilik, Mevlevilik ve hatta Karmatiler -ve elbet başka gruplar da- bu bilginin izini sürdüler.

Gayb kavramını dilimizde G'nin K'ye dönmesi ile popüler anlamda kullanıyoruz. Mesela Kayboldu, kayıp gibi kelimeler bu Gayb'ın türevleridir. Kavram başlangıcındaki kullanımından farklılaşmış zaman içinde Galat-ı meşhur olmuş anlam kaymasına uğramış yani. Oysa kavramın asıl kullanımı Gayb yani sır, bilinmez olandır. Şimdiki manasını zaten hepimiz biliyoruz sanki bir kumar ya da bir biletle kurduğun ilişki gibi. Ama bir anlamda kullanım doğrudur yani galat-ı meşhur olan aslında meşru olandır da çünkü ona anlamını insanlar verir. Dilbilimden biliriz kavramlara verilen isimler tesadüfidir zira.

ZİKİRLE OLUŞAN ZAHİT

Tasavvufta zikir önemli bir merhaledir. Yola giren yani seyrüsülûk’a giren derviş-zahit-sâlikin öncelikle lisanla, kalple ve bedenle zikir yapılacağı öğretilir. İlk içselleştireceği pirinin, mürşidinin verdiği esma "La ilahe illallah" zikridir. Derviş bunu hem yalnız kaldığında içinden hem de hücresinde yüksek sesle tekrarlar. Mesela Nakşilerde "Nazar ber kadem" vardır. Nazar yani bakış, kadem yani ayakta olacak, yürümenin de bedenle kurulan ilişki anlamında bir adabı, edebi vardır yola girmek öyle kolay değildir, yani tabir-i amiyaneyle gözlerin fıldır fıldır dönmeyecek. İbadette abdest-vudû için bazı kurallar varken zikirde şartlar yoktur. Abdestli, abdestsiz, oturarak, ayakta, yatarak, gece-gündüz, yürürken zikir yapabilirsiniz yani. Ama önemli olan kalp-lisan birliği sağlamaktır, işte o yüzden yukarıda yazdığım gibi Nakşiler kalbi bir arıza olmasın, zikir kazaya uğramasın diye yürürken yere bakarlar.

Zikirlerde “hannas” nedeniyle vesveseler olması bu sürecin tabiatında vardır. Hz. İsa’nın çölde kırk gün iblis tarafından sınanması nedeniyle St. Antonius, bir Roma askeri olan St. Pacmamios ve St. Benedict gibi ilk Hristiyan mutasavvıflar Hz. İsa mesellerine uygun bir şekilde İblis’e meydan okuyarak manastırlarını Mısır çöllerinde kurdular.

ZAHİTİN, MELAMİNİN YOLU

Derviş erbaine girdikçe pişer, harici aleme döner hamlanır, tekrar erbaine girer pişer, pişer, pişer. Harici alemle hücre arasında geçişlilik kaybolur derviş için bütün alem hücresi, bütün hücresi alemdir artık.

Zikir dilde öncelikle zahiridir, sonra bedene geçer ardından kalbe ulaşır. Araplarda "Söz eğer kalpten çıkarsa kalbe ulaşır dilden çıkarsa kulağı aşamaz" diye atasözü de vardır. Elbet bellidir bunu duyduktan sonra bir yola girmişizdir artık, miktarımız aynı değildir, kelâmımızdan malum olur zira.

Atalar kültünde ölen aile büyüğü hem tâzim hem de ruhundan korku veya öbür taraf ile aracılık nedeniyle tapınma süreci başlar. İslamiyette her aile bakımından kendi ataları için bir kültten bahsedilemez. Hz. Muhammed’in kabirleri ziyaret etme ve ibadet mahalli olarak kullanılmasını yasaklaması, Câhiliye devrinde aile ve kabilelerinin ecdadının kabirlerini ibadet yeri olarak kabul ettiklerini, kabirdekilerin ruhlarına taptıklarına işaret etmektedir. Selefilerin, Vahhabilerin mezarlık karşısındaki tutumlarında da bu görülmektedir.

BATI’DA ÖLÜMÜN SEYRÜSEFERİ

Philippe Aries 1974 tarihli “Batı’da ölümün tarihi” kitabında eski çağlarda vefat için “Evcilleştirilmiş” ölüm kavramını öne sürmektedir. Ani ölüm, yani kaza ve cinayet haricinde ölüme hazırlanan kişi sırt üstü göğe bakar şekilde yatardı. Rahibin duaları başladığında yolculuk vaktinin geldiği anlaşılır, aile, akrabalar, yakınlar yatak başında dualara eşlik ederler, yolculuğunu izlerlerdi. Mezarlıklar da öyle çok uzaklarda değil bizim mezarlıklarımızda yazan Ankebût suresinden “Her nefis ölümü tadacaktır” ayetini hatırlatacak şekilde yakınlardaydı. Aries bu yüzden insanların kemalatla karşıladığı bu ölüme “evcilleştirilmiş” kavramını uygun görmüştü.

Orta Çağ’ın başlarında fakir insanlar herhalde pek hakkınca yaşamadıklarının da farkında olarak cesetlerinin kalıcı olup olmadığıyla pek ilgilenmiyorlardı. Gömülen kişinin birkaç yıl sonra oluşan kemikleri çıkarılıp “kemiklik” adı verilen bir yere gömülüyordu. Zaten mezarlıklar da pek uygun olmayan şeyler için kullanılıyordu.

11 ve 12. yüzyıllar itibarıyla değişim başlar. Aries "One's Own Death" kişinin ölümünün kişiselleşmesi kavramını öne sürer. İnanan-inanmayan ayrımına dayalı “Last Judgment” anlayışına yeni bir yaklaşım getirilmiş, ölüm döşeğindeki teslimiyet de takva bakımından önem kazanmıştı. Bu tarihler itibarıyla sanat eserlerinde de ceset ve iskelet tasvirleri yoğunlaşmış, din adamları ve kraliyet yani erguvaniler için üzerinde yazılar olan bireysel mezarlar ortaya çıkmıştı. Bu aslında Roma imparatorluğu döneminde zaten böyleyken sonrasında Hristiyanlık kurumsallaştıkça gelenek değişmişti. 18. yüzyıl itibarıyla orta ve alt kesimlerin de yazılı mezar taşları oluşmuştu artık.

İşte bu tarihlerden sonra batılının ölüm karşısındaki tutumu dramatik bir hal almış, hastanın başında bir takva anına tanıklık yapmanın yerini yas tutma almıştır. Artık bu dramatik yaklaşım itibarıyla "forbidden death" yasak ölüm süreci başlamış, mezarlıklar ürkülen yerler haline gelmiş, giderek şehir dışına çıkan, unutturulmak istenen bir süreç başlamıştır.

Gotik edebiyatın da bu süreçte başlaması enteresandır hani. Goethe’nin ilk popüler roman kahramanlarından olan “Genç Werther’in ölümü” kitabının etkisiyle neredeyse bütün herkesin onun gibi mavi ceket, sarı pantolon giyerek sokaklarda arz-ı endam etmesi de not edilmeli mutlaka. Ölüm bu kez romantize edilmiştir yani.

11 Eylül’le birlikte her şeyi mübah gören Bush yönetimi zamanında ortaya çıkan “Ebu Graib” cezaevindeki skandal fotoğrafların batı sanatıyla ilgisini vurgulayan sanat tarihçisi Eisenman’ın “Ebu Graib etkisi” kitabını bir de bu gözle bakmak gerekir herhalde. Burada pozlar veren kadın askerler Lyndie England, Sabrina Harman, kuşkusuz ki İlse Koch değillerdir elbet ama yine de yaptıkları bir kötülük vardır hani.

HAYATI KAYBETMEK (?)

Şimdi esas meramıma yani hayatını kaybetti ifadesinin anlamıyla kurduğum ilişkiye geleyim. Kaybetmenin karşıtı kazanma, yani anti-natalizme de bir gönderme yaparak haberimiz bile olmayan, başımıza ne geleceğini bilemediğimiz bir aleme geldiğimiz halde kazançlı olduğumuz düşünülmüş. Tıpkı Bacon ve Descartes ile başlayan doğaya hakimiyet kuran, insanı merkeze alan öğretiler gibi, öyle önemliyiz ki başlangıçta hanemize kazanç yazılmış, şaka yollu "ben kaç milyon spermi yendim biliyor musun" diye popüler söylemde ifadesini bile bulmuş. Tüketim toplumunu oluşturanlar bunu bir fırsat olarak görmüş, okyanusta bir katre bile olmayan kendisini çok özel sanan insanlara doğumunu bir milat gibi algılatarak kutlamalar ve hediyeler yoluyla bir katharsis yaşatmıştır.

Hayatımızı kazanmanın ya da kaybetmenin verdiği psikolojik-ontolojik süreç bizleri bu dünyada bir itiş-kakışa yenme ve yenilme yarışına sokar. Öyle masum bir kelime deyip geçmeyin sakın kelimeler sadece bilincimizin bir yerini göstermez, zikir örneğinde bahsettiğim gibi, aynı zamanda onu oluşturur da.

Kelimelerin, sözün etkisini çok eskiden beri bilen ezoterik-batıni gruplar var. Mesela bazıları öldü, ya da vefat etti değil çok güçlü bir çağrışımı olan sözleri kullanırlar. Diğer ifade gibi yani öldü veya biraz daha yumuşamış hali Arapça vefat etti gibi, burası ile öbür alem arasına ontolojik ayrım koymazlar, bir geçişlilik söz konusudur. Doğumu da ölümü (!) de O’na varan bir süreç olarak görürler.

Hasılı kadim bilgeler bedensel, ruhsal temizlik için önce zahiri anlamda, temiz olmanın önemini görmüşler yani dilden kalbe oradan ruha giden görünmez bir yol keşfettikleri neredeyse kesin gibidir.

Kimseyi kırmamak için sözü kırmamak gerektiğini, kimseye kıymamak için söze kıymamayı, gönlü yıkmamak için sözü yıkmamanın ilmine vakıf olmuşlar, sırlarını fısıldamışlar kulaktan kulağa.

Onunla senin aranda bir söz kadar mesafe, gün gelir köprü olur kalbinden kalbine gider, gün olur köprü de kalmaz sen yok, ben yok, o yok.

Bir sır daha neredeyse kesin gibidir. Tutunmaya çalışma, burası Berzah, geçerken uğradın misafirsin işte.