Neoliberallerin en iyi yaptığı şey kavramları boşaltmak ve ters yüz etmek olmuştur. Kavramları farklı okumak olayları da farklı değerlendirmek anlamına geliyor.
Yerine yeni ve ilerici bir şey önermeyen her politik sav dehşeti yaşamaya mahkûmdur.
Doğru düşünme ancak doğru kavramlar üzerinden üretilebilir. Kavrama yüklediğimiz ideolojik anlamlar düşünce yapımızı şekillendirir. Son otuz yıldır sol düşünce ideolojik olarak neoliberallerin gerisine düşmüştür ve entelektüel alan liberal solculara kalmıştır. Bunların en iyi yaptığı şey kavramların içini boşaltmak ve ters yüz etmek olmuştur. Artık toplum onların kavramlara yüklediği anlamlarla düşünüyor. Bu neoliberal düşünce için inkâr edilemez bir başarıdır. Kavramları farklı okumak olayları da farklı değerlendirmek anlamına geliyor. Bu sebeple bugünkü yazımda bu konuya yer vermek istedim.
Bugün sevdiğim üç romanın analizini yaparak başlayacağım. Amacım bu romanlar üzerinden birtakım kavramları düşündürmek.
TRUJILLO VE TEKE ŞENLİĞİ
İlk bahsedeceğim roman Mario Vargas Llosa’nın Teke Şenliği (La Fiesta del Chivo, 2000).
Romanda çizilen bir diktatörün anatomisidir. Aslında bahsedeceğim her üç romanda da durum benzerdir.
Elbette Mario Vargas Llosa’nın Teke Şenliği sadece bir diktatörlük romanı değildir, ayrıca iktidarın psikolojisi, kolektif suç ortaklığı, travma ve insan ruhunun karanlık dehlizlerine dair çarpıcı gözlemler sunan bir edebi şaheserdir. Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Leónidas Trujillo’nun (1891-1961) son günleri ve suikastının ardından yaşananları merkeze alan roman, üç ana zaman diliminde kurgulanır.
“Teke” (chivo) sembolü, Trujillo’nun cinsel açgözlülüğünü, iktidar hırsını ve halkını “kurban” olarak gören despotik zihniyeti temsil eder. “Şenlik” ise, diktatörlüğün gösterişli yüzünün altındaki şiddet ve korku tiyatrosudur.
Kolektif suç ortaklığı teması önemli, çünkü her diktatörlük içinde suç ortaklığını barındırır. Buradan hemen günümüze ve bize dönmek istiyorum.
Devlet ve hükümetin birbirinden ayrı olduğunu söylemek temelde doğru bir teşhistir, amma velakin faşist dönemlerde devlet ile hükumet birdir ve beraber düşünülmek zorundadır. Buna devletin üç ana unsuru olan yargı, yürütme ve yasamanın tek elde toplanması ve bu tek elin de o anda iktidarda bulunan hükümletin idaresinde olması demektir. Yani yargı da, yürütme de, yasama da artık hükumetin bir parçası olmuş durumdadır.
Son mitingler için sürekliliğin öneminden bahsetmiştik. Süreklilik karşı tarafın iradesini zayıflatır. Beklenilen hamle ise, gidici bir sistemin bürokrat ayağıdır. Peki neden bu dönemde bürokratlarda hiçbir kıpırdanma olmamıştır? Bu sorunun cevabı, devlet ile hükümetin artık birbirinden bağımsız yapılar olmayışı ile açıklanabilir.
Son yirmi yılda devlet kademelerine bürokratlar, liyakat değil, sadece biat göz önüne alınarak yerleştirilmiştir. Son yirmi yılda yavaş yavaş bürokratlar hükumete değil devlete bağlıdır. Devlet ve hükumet bir olunca ortaya kahraman bürokratlar çıkmamaktadır. Bürokratlar, romanın da bize anlattığı gibi suç ortaklığı içindedirler. Hükumetin devrilmesi demek aynı zamanda bu suç ortaklığının da bozulması anlamına geleceğinden ve hükumet yetkililerinin de suçlarından paylarına düşenleri misli misli alacaklarını bildiklerinden işler ne kadar çığırından çıkarsa çıksın gıklarını çıkaramazlar. Hükümetin devrilmesi hepsi için büyük bir felaket olacaktır ve tam da bu sebeple hiçbir şekilde itirazları duyulmamaktadır. Duyulmasını beklemek de büyük bir saflık olacaktır. Ortadaki kir miktarı farklı olsa bile hepsinin parmaklarına bulaşmıştır.
Kolektif suç ortaklığı teması da bu sebeple önemlidir.
Llosa, suçu sadece Trujillo’ya atmaz. Roman, diktatörlüğün ayakta kalmasını sağlayan geniş bir ağı gösterir.
Roman, 30 Mayıs 1961’deki Trujillo suikastına ve 31 yıllık “El Jefe” diktatörlüğünün toplumda yarattığı yıkıma sıkı sıkıya bağlıdır. Llosa, tarihsel gerçekleri kurguyla harmanlayarak evrensel bir iktidar ve yozlaşma eleştirisi sunar.
Llosa, Trujillo’yu sadece bir canavar olarak değil; yaşlanan, bedeni ve iktidarı zayıflayan, paranoyak, acı çeken ama aynı zamanda acımasızlığı sürdüren karmaşık bir figür olarak sunar. Tuvalet sorunları, iktidarsızlık korkusu, kibrinin altındaki güvensizlik onu insanlaştırırken dehşetini daha da vurgular.
Romana, en küçük muhalefetin bile şiddetle bastırıldığı bir atmosfer hâkimdir.
İktidara yakınlığın sağladığı ayrıcalıklar (Cabral örneği gibi) ve bunun bedeli (ahlaki çöküş) romanın temel yapısını oluşturur.
Romanda bürokratlar kurumlara ve devlet yapısına değil, diktatöre kişisel bağlılık gösterirler. Sanırım bu yabancı gelmemiştir.
DİKTATÖRLÜĞÜN AYAKTA KALMASINI SAĞLAYAN AĞ
Romanda ayrıca öne çıkan diğer vurgular ise şunlardır:
Dalkavuklar ve fırsatçılar: Agustín Cabral gibi, konumlarını korumak için her şeyi (hatta kızlarını) feda edenler.
Sessiz kalan halk: Korkudan veya konforundan dolayı ses çıkarmayanlar.
“Hepimiz suçluyuz!” teması: Llosa, suçu sadece Trujillo’ya atmaz. Roman, diktatörlüğün ayakta kalmasını sağlayan geniş bir ağı gösterir.
Teke Şenliği, sadece Dominik Cumhuriyeti’nin tarihini anlatan bir roman değil; iktidarın doğası, insan ruhunun karanlık kapasitesi ve toplumsal travmanın kalıcılığı üzerine evrensel ve rahatsız edici bir başyapıttır. Vargas Llosa, tarihsel gerçekliği edebi kurguyla birleştirerek, okuyucuyu diktatörün zihninden kurbanın travmasına, suikastçının motivasyonundan sessiz işbirlikçinin vicdan muhasebesine kadar uzanan bir yolculuğa çıkarır. Romanın gücü, şiddetin ve yozlaşmanın doğrudan betimlenmesinden değil, bu olguların insan ruhunda ve toplumsal dokuda açtığı derin, onulmaz yaraları ustalıkla göstermesinden gelir. Teke Şenliği, rahatsız edici ama mutlaka okunması gereken, iktidar denen canavarı anlamak için edebiyatın sunduğu en güçlü metinlerden biridir.
Ama yazarımız diktatörlüğün yıkılmasından sonra ülkenin içine düştüğü karmaşayı da verir. Diktatörlüğü yıkanlar emperyalist güçler olunca ülkenin yeni sömürge haline sokulması ve etnik çatışmalar ve iç savaşların yaşanmasının kaçınılmaz olduğu vurgusunu da yapar. Elbette buna başka örnekler de verebiliriz. Saddam’ın devrilmesi, Tito’nun Yugoslavya’sının parçalanması, renkli devrimler denen emperyalist kalkışmalar bunlara güzel örneklerdir.
KADDAFİ’NİN SON GECESİ
Demek ki burada karşımıza başka sorunlar çıkmaktadır. Diktatör tanımlamasına tekrar bakmak gerekmektedir. Birazdan örneğini vereceğim (roman üzerinden) Kaddafi olayı gibi. Emperyalist blok ve neoliberal düşünürlerin en sık yaptığı şeyin kavramları yeniden dizayn etmek olduğunu bilmemiz gerekiyor. Suudi Arabistan yönetimi diktatör olmuyor ama Kaddafi diktatör olabiliyor. Ya da Hitlerin faşist diktatörlüğü ile Tito’yu aynı terazi içinde önümüze sürebiliyorlar. Aydınlanmacı despotizm ile diktatörlüğün farkını ortadan kaldırabiliyorlar.
Güncel olduğu için bir ekleme daha yapmak istiyorum. Barış kavramı. Peki her barış iyi barış mıdır? “Kirli barış” diye bir kavram yok mudur? Barış kiminle yapılmaktadır ve sonucunda kimi ne beklemektedir? Ezilen sınıfları ve ülkeyi daha geriye götürecek bir barış veya emperyalistlere hizmet edecek bir barış, sahiden barış mıdır?
Kavram konusunu tartışmayı yazının sonuna bırakıp, romanlar üzerinden devam ediyorum.
Şimdi bir diğer romana geçebiliriz.
“İnsanlar benim megaloman olduğumu söyler. Bu doğru değil. Ben Allah’ın bir lütfuyum; kendi kaderini yazabilen, tanrıların imrendiği istisnai bir varlığım” der Kaddafi kendi sesinden.
Kaddafi’nin Son Gecesi (La Dernière Nuit du Raïs, 2015), Libya diktatörü Muammer Kaddafi’nin (1942-2011) ölümünden önceki saatlerini ve zihnini merkeze alan, sarsıcı bir edebi ve politik romandır. Roman, tarihsel bir olayı (2011 Libya Devrimi ve Kaddafi’nin Sirte’deki son direnişi) kurguyla harmanlayarak, iktidarın çöküşünün psikolojik ve felsefi boyutlarını irdeler.
Kaddafi’nin çocukluğu, iktidara yükselişi (1969 darbesi), rejiminin “altın yılları”, uluslararası ilişkilerdeki dalgalanmalar, baskı mekanizmaları ve aile dramları gibi önemli anlar, iç monoloğa serpiştirilmiş şekilde aktarılır.
Khadra, Kaddafi’yi tek boyutlu bir canavar olarak değil, karmaşık, çelişkili ve trajik bir figür olarak sunar:
Etrafındaki herkese (aile üyeleri, generaller, yabancı liderler) güvensizlik. İhanet korkusu, son anlarında bile onu terk etmez. Kuşatma altındayken bile hâlâ bunun bir “entrika” olduğunu düşünür.
İktidarın zirvesindeyken bile derin bir yalnızlık, çöküş anında ise fiziksel ve psikolojik çaresizlik. Etrafındaki sadık adamların birer birer ölmesi veya kaçması.
Batı’ya (özellikle Fransa’ya, Sarkozy’ye) duyduğu öfke ve ihanete uğradığı hissi. Kendini Arap dünyasını ve Afrika’yı sömürgeden kurtaran bir kahraman olarak görür.
Khadra, tarihsel veriler ve Kaddafi’nin yazıları/konuşmaları üzerinden inandırıcı bir psikolojik portre çizer.
* İktidar sarhoşluğunun nasıl bir yalnızlık cehennemine dönüştüğünü,
* Tiranlığın kurbanı olmanın failliği nasıl körükleyebileceğini,
*Tarihin, iktidar sahiplerini en beklenmedik anda nasıl yargıladığını,
* Ve insan ruhunun, ölümün eşiğinde bile sürdürdüğü iç çatışmaları gösterir.
Roman, Kaddafi’yi aklamaz; onu bir insan olarak anlamaya çalışır. Bu anlama çabası, iktidarın doğası, şiddetin döngüsü ve insanlık durumu hakkında derin, rahatsız edici ve unutulmaz bir sorgulama sunar. Tarihsel bir anın dondurulmuş bir portresi değil; iktidar, yıkım ve insan ruhunun karanlığı üzerine evrensel ve zamansız bir edebi şaheserdir.
Peki Kaddafi’yi yıkan kimdi, gerçekten halk arasında çıkan ve daha iyi bir yönetim biçimine geçmek isteyen kitleler miydi, yoksa emperyalistlerin bir oyunu muydu?
“Halk için, halka rağmen” sözü Kaddafi için söylenmiştir. Milliyetçi bir sosyalizm veya yeşil sosyalizm diye anılan bu yönetim şeklinin uygulanması, çok geri durumda ve uzun yıllar emperyalistlerin ayakları altında kalmış bu geri halkın aydınlanması, ilerlemesi için halka rağmen mümkün olabilirdi. Kitleler çoğu zaman gelişmelerin önündeki en büyük engellerdir. Öyleyse bazı uygulamaların, gelecek güzel günler hatırına halka rağmen yapılması bir zorunluluktur.
Bir kez daha söylemekte fayda var. Bir totaliter rejimin kim tarafından ve ne için yıkıldığı gayet önemlidir.
Demokrasi, otokrasi, monarşi, meşruti monarşi gibi kavramlar her defasında bir diğerinden kökten farklı olan birtakım yapısal ilişkileri gösterir. Öte yandan otoriteryanizm, totalitarizm, tek adam diktatörlüğü gibi kavramlar bu nitel anlam netliğinden yoksundur, dolaysıyla bilimsel değerleri son derece sınırlıdır.
“Otoriter ile otoriter olmayan arasındaki nitelik farkı nedir? Totaliter ile totaliter olmayan arasındaki nitelik farkı nedir? Bu fark sadece kavramı kullananın keyfiyetine bağlıdır. Oysa bir kavram nesnel durumun gerçek bir soyutlamasını ifade etmiyor, bunun yerine tıpkı az pilav az kuru gibi nicel birtakım farklılıklara işaret ediyorsa bilimsel olarak pek az değer taşır.
Başka deyişle bu kavramlar tamamen ‘ideolojik’ saiklerle (yani hakikati bilinçlerde baş aşağı çevirmek amacıyla) ve ‘öteki’ için üretilmiştir; buradaki ‘öteki’ ise siyasi mücadelenin keyfiyetiyle tanımlanır.” – Hazal Yalın
HITLER VE SERMAYE
Şimdi 1960’lardan biraz daha geriye gidelim ve Hitler’in iktidara geliş yıllarına göz atalım. Bunun için Éric Vuillard’ın Gündem romanına göz atalım.
Kitabın arka kapağından bir alıntıyla başlayalım.
20 Ocak 1933, Berlin kışının sert ama sıradan bir günüdür. Reichstag’ın konforlu salonunda, Alman endüstrisinin önde gelen yirmi dört baronuyla Nazi yetkilileri gizli bir toplantı gerçekleştirir. Toplantının gündemi, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ve onun şansölyesinin iktidarı ele geçirmesi ve mutlak güç sahibi olması için finansman sağlamaktır.
Kitap aslında sermaye sınıfının Hitler’le birlikte olduğunu anlatan bir romandır. Demek ki sermaye, çıkarı nerede olursa orada olan bir sınıftır.
Savaş öncesinde ve savaş döneminde günümüzün birçok dev şirketi o dönem Nazilerle işbirliği yapmış ve teknolojiye yön vermişti. Bu şirketlerin bazıları ideolojik olarak gerçekten Nazi sempatizanı, bazıları ise keselerini doldurma amacı taşıyan kurumlardı. Bunlardan bazıları, Volkswagen, Bayer, Hugo Boss, Siemens ve diğerleri... Bu Alman sermaye sınıfı kendilerini aklamak için yıllarca reklam kampanyaları düzenlemiştir, o da ayrı bir komedidir.
Roman, tarihsel olayları, iktidarın nasıl kurulduğunu, büyük sermaye gruplarının rolünü ve sıradan insanların nasıl manipüle edildiğini/sömürüldüğünü vurgulayarak anlatır. Kapitalizmin ve emperyalizmin yıkıcı etkilerini sert bir dille eleştirir.
Sıkı tarihsel araştırmaya dayanan ancak edebi bir dille, roman kurgusu içinde sunulan bir tarz benimser. Gerçek olayları, karakterlerin iç dünyalarını ve atmosferi edebi olarak canlandırarak anlatır. Kesinlikle kuru bir tarih kitabı değildir.
Vuillard’ın eserleri, tarihe farklı bir pencereden bakmak, iktidar mekanizmalarını anlamak ve edebiyatın gücünü hissetmek isteyen herkes için son derece değerli ve etkileyici okumalardır.
Uzun betimlemeler yerine keskin, şiirsel, bazen ironik ve oldukça yoğun bir dil kullanır. Tarihi, geleneksel kronolojik anlatımdan ziyade, çarpıcı sahneler ve kesitler üzerinden aktarır.
Kitap, örneğin Hitler’in 1933-1939 arasında işsizliği sıfıra indirme planında toplumu bunu yapacağına ikna etmesini ve sermaye sınıfını nasıl arkasına aldığını gösterir bize.
***
SOLUN GÖREVİ
Özellikle romanlardan yola çıkmamın bir sebebi var. Çünkü romanlar bazen bize koca teori kitaplarının veremediği şeyleri daha iyi anlatırlar. O yüzden iyi roman okumak önemlidir.
Bu yazıdaki amacım diktatörleri ve onların yapısını incelemek değil, yıkıldıktan sonra onları nelerin beklediği. Yugoslavya, Libya, Irak ve şimdi de Suriye ve diğerleri hepsi içs avaşlar ve büyük yıkımlar yaşadı – ki yaşamaya da devam ediyorlar-. Demek ki, kimin yıktığı önemli bir göstergedir. Bir örnek daha verelim. 27 Mayıs İhtilali, 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül Darbesi... Peki bunların hepsini aynı şekilde değerlendirebilir miyiz? Biz değerlendirmeyiz ama liberal solcular için bu üçü de aynıdır ve aramızdaki fark da budur. Biz ileriye taşıyanın yanında, geriye götürenin karşısındayız.
Eğer ülkemizde bir 19 Mart darbesinden ve bir diktatoryadan bahsediliyorsa, bunu kimlerin bertaraf ettiği ve nasıl bertaraf ettiği de önemlidir. Solun görevi bu durumu ileriye doğru taşımaktır.
Peki Türkiye muhalefeti bize ne öneriyor? Bu yol ayrımında nasıl bir strateji sunuyor?