Ortada aydın kalmadığında herkes bir ağacın bir dalından tutup, kendi çıkarları doğrultusunda yorum yapar.
Tarihe bakmak ve tarihe bakarak yazmak, söz söylemek, görece daha kolaydır. Çünkü olgular düşünülmüş ve karşı fikirleri ile ortaya çıkmıştır. Güncele bakmak ve yorum yapmak, tespitlerde bulunmak ise içinde her zaman risk taşır.
Örneğin bugün AKP’nin veya CHP’nin attığı bir adımı yorumlamak risklidir, nedeni ise elimizdeki verilerin yetersizliği ve aynı zamanda olasılıkları değerlendirecek vaktin kısıtlı olmasıdır. Gündem hızla değiştiğinden, birini tüm yönleriyle değerlendirmeye fırsat bulamadan yeni gelişmeler ortaya çıkar. Taşlar tam yerine oturmadan yapılan yorumlar da doğal olarak her zaman doğru sonuca ulaştırmaz. İçinde fazlaca risk payı barındırır ve elbette tahminden öteye gidemez. Bugün yaptığımız değerlendirmelerin, bir zaman sonra, yeni veriler ortaya çıktığında eksik kaldığını ya da tamamen yanlış olduğunu görebiliriz.
Tam da bu yüzden gerçek aydınlar güncel olayları yorumlarken bu risklerden arınmak ve üzerine daha fazla kafa yormak zorundadırlar. Eylemli aydın dediğimiz insanların ise işi daha zordur. Hem güncele hızlı ve daha yakın olmak hem de risk payını azaltmak zorundadırlar. Ya da bundan bir kaçış olarak, ilkeler belirleyip bu ilkeleri yıkılmaz kaleler olarak korumak isterler ki, bu aynı zamanda, siyaset yapma alışkanlığını kötürüm haline getirir.
Hal böyle olunca meydan gazetecilere ve komploculara kalır. Çünkü onların insanın geleceği değil daha çok kendi kişisel gelecekleri ve gündem olmak gibi bir mottoları vardır. Hata paylarıyla işleri yoktur, “dün dündür bugün bugündür” onlar için ve söyledikleri sözlerin de geleceğe kalması gibi bir dertleri yoktur.
Bu yazı dizisinin amacı, hem tarihe bakmak (bu kısım daha kolay, Soğuk Savaş üzerine yazmak, çünkü tarihe mal olmuştur ve üzerine çokça düşünülüp yazılmıştır) hem de Yeni Soğuk Savaş’ın dinamiklerini keşfetmek (iş burada güncele dayandığı için içinde risk payı çok fazladır) olduğu için, bir tarafı zor bir tarafı kolaydır ama yapılmak zorunluluğu vardır.
Ayrıca bu yazı dizisinin amaçlarından en önemlisi, siyasal gelişmeler ışığında tarihe bakmak ve bu dönemin yaratığı insan tipolojisi ve aydın tipolojisini incelemek veya sorgulamak.
SOĞUK SAVAŞ'IN TANIMI
Peki o zaman hafızamızı tazelemek bakımından Soğuk Savaş’ın genel tanımına ve çıkış tarihine bir bakalım.
Soğuk Savaş, 1945’ten yaklaşık 1991’e kadar süren, ABD öncülüğündeki Batı Bloku ile SSCB öncülüğündeki Doğu Bloku arasındaki siyasi, askeri, ekonomik ve ideolojik bir mücadeledir. “Soğuk” olarak adlandırılmasının nedeni, tarafların doğrudan ve topyekûn bir savaşa (sıcak savaş) girmekten kaçınmış olmalarıdır. Bunun yerine, vekâlet savaşları, silahlanma yarışı, casusluk, propaganda ve her alanda (bilim, spor, kültür) üstünlük kurma mücadelesiyle yürütülmüştür.
Detaylarına geleceğiz ama genel toplumsal kanı bu şekilde. Bir kere şunu söylemek gerekiyor, Soğuk Savaş’ın başlangıç tarihi net değildir ve net olmamasının sebepleri var ve tanımı içerisinde saklıdır. Temelleri 1945 yılında atılmış olsa bile, 1947 yılını başlangıç olarak almak daha doğru olacak ama bundan daha da önemlisi, Soğuk Savaş bir süreçtir. Sıcak savaş ile arasındaki en önemli farklardan bir tanesi budur. İkincisi ise daha net olandır, Soğuk Savaş bir ideolojik savaştır.
Yine akabinde çok bilinen (genel kanı) şöyledir.
İdeolojik Çatışma: Temelde kapitalizm/liberal demokrasi (ABD) ile komünizm (SSCB) arasındaki uzlaşmaz fikir ayrılığı.
II. Dünya Savaşı Sonrası Güç Boşluğu: Almanya ve Japonya’nın yenilmesiyle Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğunu doldurma yarışı.
Batı Avrupa’nın korkusu: SSCB’nin, Doğu Avrupa’da işgal ettiği topraklarda komünist rejimler kurması (Demirperde) ve Batılı güçlerin bunu durdurma isteği.
Karşılıklı Güvensizlik: İki tarafın da birbirinin niyetinden emin olamaması ve en kötü senaryoya hazırlanması.
Bu maddeler tartışılacak, sebepleri ve sonuçlarıyla.
YENİ SOĞUK SAVAŞ
Yeni Soğuk Savaş’ın ne zaman başladığı ile ilgili tezler var. Ben daha çok 2008 yılını kabul ediyorum, büyük finansal kriz sonucunda neoliberalizmin artık yaşama şansının olmadığının fark edilmesi olarak düşünüyorum. Tek kutuplu dünya stratejisinin de sonunun geldiğini düşünenler, çok kutuplu dünyanın ilk belirtilerini de kabul etmiş oldular. Elbette bunda yeniden toparlanan Rusya ve ekonomik olarak artık çok büyük olduğu kabul edilen Çin’in etkisi de vardır diyebiliriz. Ama bir diğer tez ise, 1999 yılını işaret ediyor. Bunun göstergesi olarak da, NATO’nun ilk genişleme stratejine bağlıyorlar. Peki 1999’da ne oldu?
1999: İlk Doğu Avrupa Dalgası:
Varşova Paktı’nın eski üyeleri: Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya
(NATO, Rusya’nın karşı çıkmasına rağmen “açık kapı politikası”nı başlattı).
Bu genişleme çabaları esas meyvesini 2004 yılında veriyor.
7 ülke aynı anda katıldı: Estonya, Letonya, Litvanya (Baltık devletleri) Slovakya, Slovenya, Romanya, Bulgaristan.
(Rusya, Baltık ülkelerinin katılımını “kırmızı çizgi” ilan etti.)
SOĞUK SAVAŞ'TA TÜRKİYE'NİN ROLÜ
Yeniden tarihe dönme ihtiyacı var: Nedeni Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin rolü üzerine.
Soğuk Savaş’ı en çok isteyen iki ülke tespit ediyoruz, birisi Türkiye, sebeplerini açıklamıştık geçmiş yazımızda: Yalnızlaşan Türkiye hem kendisine yeni dostlar istiyor –ki bu Avrupa, en çok da ABD– hem de her geride kalan gibi en çok o öne geçmek istiyor. Ayrıca, 1930’ların sonundan itibaren Türk burjuvazisinde ve yönetici kadrolarında bir Batı hayranlığı gelişiyor ve bunun adımları atılıyor.
Bir de İngiltere var, özellikle Churchill, şöyle diyor: “Rusya’ya karşı siyasetimiz zayıflıktan ileri gelen korkakça bir yatıştırma siyaseti olmamalıdır.”
Türkiye Soğuk Savaş’ı başlatabilmesi için bir dış tehlike, bir de iç tehdit yaratmak zorunda kalıyor. Dış tehdit komünist Rusya oluyor, bunun için epeyce bir kamuoyu yaratmak gerekiyor. Bunlar açıklanacak. Bir de iç tehdit gerekiyor. Ama Türkiye’de komünist hareket yok. Komünistler Kadro Hareketi’nden sonra kendilerini tasfiye etmişler, CHP içinde erimişler. O yüzden demokratlardan komünist üretmek zorundalar. İşte tam bu noktada Tan Matbaası baskını organize ediliyor. Demokrat olan Zekeriya Sertel ve Görüşler dergisini çıkaran Sabiha Sertel ortaya çıkıyor.
Bu olay 1947 yılına geldiğinde başka bir boyut kazanıyor. Soğuk Savaş başlamış ama Türkiye hangi yollarda iyice kendini ABD’ye bağlayacak? İki ülke var, Türkiye ve Yunanistan. Yunanistan’da komünist hareket hâlâ var, direniş örgütleri konumlarını hâlâ korumaktadırlar. Yunanistan Komünist Partisi KKE, 1941 yılında faşizme karşı Milli Kurtuluş Cephesi’ni kurar (EAM). EAM kısa süre sonra daha geniş bir cephe oluşturarak ELAS’ı kuruyor (Halk Kurtuluş Cephesi). Önemli nokta burada şu, Yunanistan’da hâlâ güçlü bir muhalefet, komünist tehlike var ve buna göre davranılıyor.
Truman Doktrini sonucunda Marshall yardımları yapılacak ama Yunanistan’a 300.000 dolar verilirken Türkiye’ye 100.000 dolar veriliyor. Çünkü Yunanistan’da komünist tehlike daha önde. Yeniden komünist yaratmak gerekiyor.
Yeniden komünist nasıl yaratılacak, üç olay sayabiliriz. Devlet eliyle oluşturulup üzerine kamuoyu yaratılıyor. Birincisi Tan olayı. Nereden çıktığı belli olmayan bir grup milliyetçi genç Beyazıt’ta toplanıp Cağaloğlu’na doğru yola çıkıyorlar. Ayrıntılara girmeye gerek yok. İşte bu grup Tan Matbaası’nı yerle bir ediyorlar. Aynı zamanda Sabiha Sertel’in sadece tek bir sayı yayımlanmış olan Görüşler dergisi de yayın hayatına son veriyor. Neymiş, G’si tersten bakınca orak-çekice benziyormuş...
Bu olayı yakın bir zamanda Zincirli Hürriyet’e karşı ayaklanma izliyor. Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı.
Tam o sırada günlük gazetelerin bile tirajını ikiye üçe katlayan Marko Paşa dergisi var. Aziz Nesin ve Sabahattin Ali’nin çıkardığı dergi. Önce kapatılıyor, Merhum Paşa olarak tekrar çıkarıyorlar. Kapatılıyor, Malum Paşa olarak tekrar çıkıyor. Devrimcilik inatçılıktır. İnatçı çıkıyorlar. Sonra çare tutuklamak.
Bunlar iki amaç için uygun düşüyor, içeride komünist varlığını ispat etmeye çalışıyorlar, ikincisi ise, yapacakları dönüşüm için muhalefet istemiyorlar.
NATO'NUN KURULUŞU
Şimdi kısaca NATO’nun kuruluşuna göz atalım.
NATO’nun kuruluş yılı 1949’dur. İşte detaylar:
NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), 4 Nisan 1949’da Washington D.C.’de imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile kuruldu.
Kurucu Üyeler: Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, Birleşik Krallık ve ABD.
Türkiye, kurucu üye değildir; 1952’de katılmıştır (Yunanistan ile birlikte).
Kuruluş Amacı: Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidine karşı kolektif savunma sağlamak. Antlaşmanın 5. maddesi, bir üyeye saldırının tüm üyelere saldırı sayılacağını belirtir.
Tarihsel Bağlam: 1948’deki Berlin Ablukası ve Çekoslovakya’daki komünist darbe, Batılı ülkeleri askeri işbirliğine zorladı.
Mart 1948’de Brüksel Antlaşması (Batı Avrupa Birliği) ile başlayan süreç, NATO’ya evrildi.
TRUMP'IN GÜMRÜK DUVARI VE ÇOK KUTUPLU DÜNYA İNŞASI
Yazı sınırlarımızı aşmamak için bu kadarı yeterli. Şimdi de bugüne dönelim ve gelişmelere kısaca bakalım.
Emmanuel Macron’un Hindistan ile işbirliği konusunda BRICS dönem başkanlığına vurgu yapması, Macron’un Trump’a karşı elini güçlendirmek için BRICS’e yakınlaşmaya çalıştığı şeklinde yorumlandı.
Emmanuel Macron’un Hindistan’la işbirliği konusunda BRICS dönem başkanlığına vurgu yapması akıllara 5 Haziran 2025 tarihinde BRICS’in bir diğer lideri Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva ile yaptığı görüşmeyi getirdi.
Macron bu görüşmede Brezilya’nın başkenti Brasília’dan Fransa’nın başkenti Paris’e ve Brezilya’nın Belem kentinden Fransa’nın Nice kentine kadar Brezilya ve Fransa’nın aynı vizyonla halk ve gezegen için birlikte hareket ettiğini ve birlikte gelecek inşa ettiğini söylemişti.
ABD’nin Hindistan’a yönelik yüzde 50 gümrük vergisi çarşamba günü yürürlüğe girdi. Bu, mevcut yüzde 25’lik gümrük vergisinin iki katına çıkması anlamına geliyor.
ABD Başkanı Donald Trump, Rus petrolü satın aldığı gerekçesiyle Yeni Delhi’yi cezalandırmak istedi. Hindistan’ın Rus petrolü alımları nedeniyle, Hindistan’dan gelen birçok ürüne uygulanan mevcut yüzde 25’lik ABD gümrük vergisine ek olarak yüzde 25’lik cezai gümrük vergisi uyguladı.
Putin, Çin’e hareketinden önce verdiği röportajda, Çin-Rusya ortaklığını, “dünya için istikrarlı bir güç” diye tanımladı ve iki ülkenin “adil, çok kutuplu bir dünya düzeni inşa etme vizyonunda birleştiğini” söyledi.
AB yetkilisi Sabine Weyand, ABD ile gümrük vergileri meselesinde “müzakere” etmediklerini, güvenlik garantileri karşılığında iktisadi olarak Trump’a boyun eğdiklerini itiraf etti.
Artık bu tür aykırı çıkışlara ve seslere dünyanın hazır olması gerekiyor.
Bu örneklerde amaç şudur: Sadece Rusya ve Çin’e odaklanmak olmaz. Almanya’yı, Fransa’yı ve Hindistan’ı da takip etmek gerekiyor.
Çok kutuplu dünyanın ne olursa olsun ezilen halklar ve ezilen sınıflar için bir avantaj olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu konuyu detaylıca Şimdi Canavarlar Zamanı kitabımda işlediğim için burada bırakıyorum, ayrıca bu konu ayrı bir kitap olma hakkını da kazandığı için, detaylarını gelecek kitabıma bırakıyorum.
Aslında Şimdi Canavarlar Zamanı kitabımda kısa kısa da olsa bu konulara açıklık getirmeye çalışmıştım. “Yeni Emperyalizm”, “Yeni Mafya Düzeni”, “Yeni Faşizm”, “Yeni Ortaçağ” gibi birkaç konu başlığında toplamıştım. Aslında bu “yeni”lerin her biri tek bir düzenin farklı isimlendirmeleriydi ve hepsi bir bütünün parçasıydı. Bütün ise yeni bir dünya savaşına, yeni bir soğuk savaşa işaret etmekteydi ve temelde emperyalizmin dünya halkları üzerindeki yansımasıydı. Örneğin Ergin Yıldızoğlu Cumhuriyet gazetesindeki son yazısında söylemek istediklerimi bir nevi açıklıyor, şöyle söylüyor:
“Ekonomik zorlama çağı kavramı yeni gibi görünse de aslında sermayenin kârını güvence altına almak için ulusların ekonomik, siyasi egemenliklerini tehdit eden bir ‘emperyalizmden’ farklı değil.
Kriz dönemleri, sermayenin ulusal sınırları aşarak genişlemesini hızlandırır; bu genişlemenin yalnızca ekonomik değil, siyasi ve askeri boyutları da vardır. Lenin, emperyalizmi ‘kapitalizmin en yüksek aşaması’, Buharin, dünya çapında bir sistem olarak tanımlarken tekelci sermayenin ve finans kapitalin uluslararası düzeyde hegemonya kurma dinamiklerine işaret etmişlerdi. Bugün ‘ekonomik zorlama çağı’ olarak tanımlanan bu süreç, söz konusu mirasın güncellenmiş halidir.
Bugün ABD, Çin ve Avrupa kendi teknolojik altyapılarını kurarak birbirlerine olan bağımlılığı azaltmaya, küresel değer zincirlerini kendi etraflarında yeniden düzenlemeye çalışıyorlar. Bu, dünya ekonomisinin parçalanmasını ve yeni emperyalist blokların şekillenme eğilimini besliyor.
Emperyalizm hâlâ varlığını sürdürüyor, sadece araçları güncelleniyor. Tankların ve füzelerin yerini, şimdilik (!) tedarik zincirleri, ithalat vergileri, ihracat kısıtlamaları almış görünüyor ama tüm bunların bedelini yine emekçiler ve çevre ülkelerin halkları ödeyecek. ‘Ekonomik zorlama çağı’ kavramı, emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni biçimini betimlemeye çalışıyor.”
NEDEN BÜTÜNÜ GÖREMİYORUZ?
Peki biz neden bütünü göremiyoruz? Ağaçları görmekten ormanı neden ıska geçiyoruz? Ormanı görmek ancak aydınların yapacağı bir iş de ondan, ortada aydın kalmadığında herkes bir ağacın bir dalından tutup, kendi çıkarları doğrultusunda yorum yapar.
Emperyalizm mutlaka içinde faşizmi barındırır, bu bir zorunluluktur, bunun sebebi iki taraflı. Emperyalizm içerideki yükselen muhalif sesleri kısmak için dış düşman yaratmak zorundadır, dışarıya açılmak için içerideki muhalif sesleri kısmak zorundadır ve bu olmazsa olmaz koşullardır. Dünya yeniden savaş çığlıkları atıyor ve yeniden emperyalist paylaşım rüyaları görüyor ve bunun da sebepleri var. Neoliberalizmin teknik olarak başarısız olduğunu kabul ediyorlar ve çözümü de emperyalist heveslerde görüyorlar. Almanya’nın elindeki tek seçenek, sosyal yardımları kesmek, sosyal devlet politikasından vazgeçip, çalışanların haklarını gasp etmek, silah sanayiine para aktarmak oluyor. Emperyalist yarışa girilecekse içeride bu değişiklikleri yapması kaçınılmaz oluyor. Bu elbette bütün ülkeler için geçerli, yeni emperyalist çağa girmenin zorunluluğudur bunlar. İşçi ücretleri düşecek, sosyal yardımlar kesilecek ki silah sanayiine para aktarılabilsin. Bölüşüm sorunu hâd safhaya çıkacak. Neoliberalizmle birlikte yavaş yavaş eriyen çalışan sınıf ücretleri, bu dönemde katlanarak eriyecek.
Peki tüm bu olup bitenleri, ilericiler ve sosyalistler nasıl karşılayacaklar? Süreci sadece ücret pazarlıklarıyla mı geçiştirecekler yoksa ideolojik olarak hareket etmenin yollarını mı arayacaklar? Düğüm burada yatıyor. Büyük resim bu. Peki gündemi değerlendirecek ve yürüyüş hattına ışık olacak aydınlarımız var mı?
Aydınların sosyalistlerle ilişkileri ne durumda, yakıcı ikinci soru da bu oluyor.