Sosyalistlere ve ilericilere düşen görev bu tarihi süreçte daha fazla itici güç olmalarıdır.
Bu bir hafıza tazeleme yazısıdır.
İnsanı cahilleştirmenin en kestirme yolu, tarihinden koparmaktır.
Cahilin en tipik özelliği, bir şeyi bilmemesi veya az bilmesi değil; her şeyin kendisiyle başladığına inanmasıdır.
Cahilleştirme, tarihi unutturmakla, tarihi yok saymakla başlar.
Neoliberalizmin yarattığı insan tipolojisi işte budur: Her şeyin kendisiyle başladığına inanan ve her şeyi kendi başına yapacağını sanan insandır. Mustafa Hoş’un güzel tespitiyle: “Neoliberalizmin panzehri hafızadır.”
Tarih yasa bulmaktır, yasalar uydurmaktır. Tarihin işleyiş yasaları –ki buna zorunluluk diyebiliriz– veya Engels’in deyimiyle tarihte zorun rolü diyebiliriz ve bu bize yeni yollar açacaktır. Öyle tarihi dönemler gelir ki en pısırıklar kahraman, en kahramanlar dönek olur. Tarihin hızlandığı yıllarda buna sıkça rastlanır.
Tarih hızlanmıştır ve yeni bir yol ayrımında bulunuyoruz.
Peki güzel, hafızamızı tazelerken bir soru daha ortaya çıkıyor, hafızamızı kim tazeleyecek ve bu bilgileri kim nasıl eylemli hale getirecek? O yüzden sık sık aydın kırımından bahsediyoruz. O yüzden:
Aydınımızı arıyoruz...
Aydın yön demektir, kaybolan yönümüzü arıyoruz.
Aydın akıl demektir, kaybolan aklımızı arıyoruz.
Bir kez daha tekrarlamakta fayda var: “Bakmak, teorik bakmaktır.” Teorik bakmak, güncelin karmaşasından kurtulup, genel yapıya ulaşmaktır.
Aydın içinde eylem barındırır, içinde eylem olmayan kişiye aydın denmez, ancak entelektüel diyebiliriz.
Çünkü ortaçağ demek sadece halkın aklının çökmesi değil, aynı zamanda bir aydın kırımıdır.
Aydın, bir örgütten farklı olarak kamuoyu yaratır, yön gösterir; sistemin içine bir hançer gibi dalar ve tek başına bir çete savaşı yürütür.
Aydın tanımına bir adım daha yaklaşmış oluyoruz: Aydın, hem tek başına bir çetecidir hem de yeni çeteciler bulup onları yetiştiren kişidir.
***
Hafızamızı tazeliyoruz, o yüzden bu hafta yakın tarihimize bakmayı ve bugüne nasıl gelindiğinin cevabını bulmayı öneriyorum.
Birkaç konu başlığım var; AKP’nin ortaya çıkışı ve bugüne kadarki gelişiminin kısa hikâyesi.
CHP’nin AKP’li süreçte yaptıkları ve yapmadıkları.
Bu tarih aralığında dünyada nelerin olup bittiği.
Öncelikle AKP’nin kısa tarihine bir göz atalım. Önce görünene bakacak olursak, Fazilet Partisi, akabinde Saadet Partisi’nin dışında kalan yenilikçilerin kurduğu bir parti olarak düşünebiliriz. Turan Yavuz’un Çuvallayan İttifak kitabında anlatılanlara bakacak olursak, Amerika eliyle kurulduğunu görüyoruz. Kuruluşunda kendilerine muhafazakâr demokratlar (demokrat kavramını o yüzden sıkılmadan tartışmak gerekir) demişler ve üç ana unsur üzerine kendilerini inşa etmişlerdi. Milli Görüş’ün devamı, Fetullah Gülen (devlet içindeki kadrolar) ve dışarıdan ideolojik katkı olarak liberal solcular. Daha sonra verilen isimle: “Yetmez ama evetçiler.” Yetmez ama evetçileri hatırlamadan veya unutarak bugünün siyasetini inşa edemeyiz.
Şu ara notu eklemek gerekiyor, uzun süredir sesleri çıkmayan “yetmez ama evetçiler” birdenbire Kürt açılımıyla birlikte seslerini çıkarmaya başladılar. Sonda söyleyeceğimizi baştan söylersek, demek ki otorite tarafından ihtiyaç duyulduğu anda gizlendikleri yerlerden çıkıveriyorlar. Bu onlar için kaçınılmazdır. Bu da bizi en önemli tezimize ulaştırmış oluyor. Bunlar bir tesadüf değil, bir düzenin parçaları, işleyen bir mekanizmanın araçlarıdırlar. Amerika bunlardan hangisine ne zaman ihtiyaç duyuyorsa, o zaman ortaya çıkıyorlar. Uyku hücreleri gibi.
AKP, Türkiye’ye gelmiş en Amerikancı partidir. Neoliberalizmin tüm isteklerini yerine getiren bir ekonomik yapı inşa ettiler.
Biraz daha geriye gidelim.
19 Şubat 2001’de bir anayasa kitapçığının yaptıklarını unutamayız. Hazırda beklenen bu gelişme ile Türkiye tam olarak Amerika’nın ve IMF’nin kontrolüne bırakıldı. Peki kimdi bu işle görevlendirilen kişi? Kemal Derviş.
Kasım 2000 ve Şubat 2001 mali krizinin ardından Türkiye’ye davet edildi.
“15 günde 15 yasa” çıkışı ile aralarında Merkez Bankası Yasası, Bankacılık Yasası, Telekom Yasası ve İhale Yasası’nın da olduğu bir dizi kanun meclisten geçirildi. Peki burada en önemli rolden birisini üstlenen Hüsamettin Özkan şimdi nerede? Görevini yerine getirip kayboldu. Hep olduğu üzere ihtiyaç halinde pıtrak gibi bir anda bitip işleri bitince yok oluyorlar.
Aynı soruyu Kemal Derviş için de sorabiliriz elbette. Ve verdiğimiz cevaplar bize tezimizin doğruluğu yönünde işaret veriyor.
Daha sonra iktidardayken Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin isteği üzerine Temmuz 2002’de alınan kararla erken seçime gidildi. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimler MHP için büyük bir yıkım oldu ve %18 olan oy oranı %8.3’e düştüğünden MHP parlamentoya giremedi. Yasa devam ediyor.
Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılması yönünde sunulan yasa değişikliği teklifinin meclisten geçmesi sonrasında siyasi yasağı kalktı ve 2003’te Siirt’te yapılan ara seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili adayı oldu.
Peki bu seçimde Erdoğan’ın önünü açanlar kimlerdi ve şimdi neredeler? Baykal’ın bıraktığı yerden kızı devam ediyor.
MHP’nin kuruluş dinamiklerine bakmamız yeterli sanırım. Amerika’da eğitilen Alparslan Türkeş.
MHP, Özel Harp Dairesi’nde şekillenmiştir. Kurulduğu günden itibaren ihtiyaç neredeyse orada olmuştur.
15 Temmuz darbe girişimi veya 2016, hemen akabinde 2018 yılında boşalan Fetullahçı yapılanmanın yerine iştigal etmiştir.
Tüm bunlar bir tesadüf mü? Komplo teorisi yapmıyoruz ama tüm bunlar bir tesadüf değildir.
Bu tesadüflerin içinde elbette Meral Akşener’i de unutmamak gerekmektedir.
Tüm bunların tek bir ortak yanı vardır ve bu da Amerika’dır.
Benim asıl şaşırdığım ise, tüm bu gelişmeler olurken ilericilerin bunlara şaşırmasıdır. Örneğin, “Bahçeli AKP’ye bu kadar küfür ederken birdenbire nasıl döner?” gibi söylemleri her yerden duyuyoruz. Ey Amerika sen nelere kadirsin! Bu memlekette Kürt açılımını, tek siyasi perspektifi Türkçülük olan bir partiye yaptırıyorsun. Gık demiyorlar. Ölümüne karşı oldukları ve üstün bir yaratıcılıkla buldukları “bebek katili” sıfatıyla aşağıladıkları kişiye “kurucu önder” diyecek hale geliyorlar. Hiç şaşırmıyoruz. Kendilerinden istenen neyse onu yapıyorlar.
İşin esası şaşıranlara şaşırıyoruz.
CHP tarafına bakalım biraz da...
Deniz Baykal’ın kaset skandalından sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun ani bir biçimde CHP’nin başına geçmesi büyük bir şok etkisi yarattı. Ve uzun tartışmaların konusu oldu.
Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı ilan etmesi de aynı derecede şaşkınlık yarattı.
İkinci adam olarak Gürsel Tekin’i getirmesi de ayrı bir skandaldı. Gürsel Tekin Kadıköy belediye başkan adayı yapılmayınca partiden istifa edecekti.
Gürsel Tekin ekibinde bulunan gazeteciler, Barış Yarkadaş ve Gürkan Hacır şu anda TGRT kanalında program yapıyorlar.
Eren Erdem’in milletvekili yapılması da, başka bir tartışma konusuydu. Yalçın Küçük bir TV programında bu iki milletvekili için FETÖ’cü demişti. Unutmuyoruz.
İki buçuk milyon mühürsüz oyun tespit edildiği bir seçimi kaybettiğinde, hiçbir itirazda bulunmadığını, en azından hukuk yoluna bile başvurmadığını hafızalarımız haykırmaktadır.
Bence en ilginci, kendi adaylığında sandığa gitmeyi unutuşudur.
Şimdi ise, “Partinin başına kayyum mu gelsin?” demektedir. Aslında bu söylem, kendisinin uzun süredir AKP’nin kayyumu olduğunun ispatıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün yaptığı açıklama ise bize oldukça büyük ipuçları sunmaktadır.
Türk-Kürt-Arap...
1924 Anayasası öncesine dönmek...
Çok kaba bir açıklama ile –ki bunu 20 yıl önce söylemiştik– Amerika’nın bölgede var olmasının yegâne şartı, Ortadoğu’da İsrail’in yaşamasıdır.
Bir teze daha ulaşmış oluyoruz. Ortadoğu’nun Amerika kontrolünde olabilmesi için İsrail’in yaşaması, hatta ve hatta büyümesi gerekmektedir.
Sıraya Kürt hareketini alabiliriz. Kürdistan İşçi Partisi olarak kurulan bir parti, Sovyetlerin çökmesiyle birlikte önce bayrağındaki orak çekici çıkarmış, yapısı değişmiş, 2000’lerin başından itibaren de genel yapı olarak Amerikan himayesine girmiştir. Çok uzun uzun anlatma ihtiyacı duymuyorum.
Şu an Ortadoğu’da Amerika eli ile kurulmuş İslami hareketler, Kürtler, İsrail, Amerika bağımlısı ülkeler denklemin bir parçasıdırlar.
Dediğim gibi bu bir hafıza yazısıdır, detaylara gerek yoktur.
Liberal solcularımız işte tam da bu noktada yine ortaya çıkmışlar, barış istemeyen her kesim faşisttir diye feryat etmektedirler. “Kirli barış” diye bir kavramdan hiç haberleri yokmuşçasına.
Şu netliği bir kez daha tekrarlamakta fayda var. Antiemperyalist olmayan hiçbir hareket, ne solcu olabilir ne de ilerici.
***
Olayları baştan tekrar gözden geçirelim.
Kürt açılımı-belediye başkanlarının tutuklanması-gazetecilerin tutuklanması-TV’lerin baskı altına alınması-CHP kurultay davası.
Yukarıda sorduğumuz soruyu tekrar etmekte fayda var. Tüm bunlar tesadüf mü, yoksa belirli bir planın parçası mı?
Tarihe bakıyoruz ve bugünleri daha iyi anlıyoruz.
1950’li yılların sonları, Türkiye aynı on yılın başında NATO üyesi olabilmek için Kore Savaşı’na katılmış, Soğuk Savaş’ın stratejik ülkesi olmaya aday olmuş, tam anlamıyla Amerikan himayesine geçmiş bir DP dönemi.
Size hatırlatmak istediğim VATAN CEPHESİ.
Seçilme umutlarını kaybeden Menderes’in yeni bir yola girmesinin hikâyesidir. Bugünlere çok benzeyen uygulamalar yapmıştır. Kısaca bakalım:
a. İktidar ve muhalefet partileri arasındaki cepheleşme halka da yansıdı. Dönemi yaşayanların anlattığına göre, özellikle köylerde DP ve CHP’lilerin gittikleri kahveleri ayırdıkları, aynı camilere gitmedikleri ve çocuklarını evlendirmedikleri iddia edilir. Demek ki önce ayrıştırma yapılıyor.
b. TBMM bünyesinde sadece DP’li milletvekillerinden oluşturulan ve muhalefet ile basının eylemlerinin suç oluşturup oluşturmadığını inceleyen Tahkikat Komisyonu’na mahkeme kararı olmadan tutuklama yetkisi verildi. Sırayı tutuklamalar alıyor.
1950’lerin ortalarında DP iktidarına karşı özellikle gençlerden oluşan güçlü bir muhalefet hareketi oluştu. Bu rüzgârı arkasına almak isteyen İsmet İnönü Anadolu mitinglerine başladı.
Bu mitinglerde İnönü’nün taşlandığını biliyoruz (yabancı gelmemiştir sanırım). Mitingleri engellenmeye çalışıldı.
Peki İnönü arkasına hangi dinamikleri aldı, elbette gençleri, aydınları ve hâlâ ordu içindeki etkisini.
1960 İhtilali’ni sadece ordunun yaptığını düşünenlere hemen bir örnek vermek istiyorum. 555K (Beşinci Ayın Beşinde Saat Beşte Kızılay’da). Büyük katılımlı, özellikle öğrencilerden oluşmuş bir kitle hareketi. Unutmamak ve hatırlatmak devrimci görevimizdir.
İnsanların anlamlandıramadığı başka şeyler de var. Madem bir hafıza tazeleme yazısı bu, değinmeden geçmek olmaz.
Müthiş bir kötülük ve kinle saldırmaları.
Belediye otobüsüne köpek dışkısı koymak.
Metroların yürüyen merdivenlerini tahrip etmek.
Yalanı daha büyük bir yalanla örtmek
Bugün söylediğini yarın inkâr etmek vs.
Belediyelerin öğrenci yurtlarına ruhsat verme yetkisinin kaldırılması. Ayrıca belediyelerin öğrenci yurtları açmasının da yasaklanması. Bu iznin bakanlığa bırakılması.
Peki tüm bunları hangi ahlaki veya dini ideolojiyle açıklayabiliriz? Ya da açıklamayı bırakıp, böyledirler ve biz de buna göre gardımızı almak zorundayız mı denilmeli?
Örneğin Özgür Özel’in son konuşmaları.
Yelizzzzz, bozuk tohum...
Eminim beklemedikleri yerden soru gelen öğrenci kıvamına geldiler. Kendi geliştirdikleri dille karşı karşıya kaldılar.
Clausewitz, Savaş Üzerine’de çok önemli bir şey söyler: “Savaş karşı tarafın iradesini kırmaktır...” Karşı tarafın iradesi bozulduğunda, önce içeriden çöker, mesela bürokratları birden yön değiştirebilir, içerideki muhalifler daha fazla ses çıkarabilirler. Bunun için irade kırılmasına ihtiyaç vardır.
Şimdi sırada Özgür Özel var.
En zayıf halka olduğunu, seçildiğinde biliyorduk.
Fakat tarihin cilvesine bakın ki Özgür Özel CHP’nin bugüne kadar izlediği siyasette ezberleri bozarak, görülmemiş bir devrimci çıkışı gerçekleştiren lider oluyor. Kitleler ve taşıdıkları devrimci irade, zaman zaman isteğinizin dışında, sizi ileri iter ve siz ileride mücadele etmek zorunda kalırsınız. 19 Mart’tan bu yana öğrencilerin direngen tutumlarının büyük bir katkısıyla ivmesini zaman zaman düşürse de devam eden bu eylemlilik, elbette CHP’nin planladığı bir süreç değildi. Nitekim CHP’nin kemik tabanı da iktidar da bu anlamda şaşkındır. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan sürecin bir iki mitingden sonra sönümleneceği bekleniyordu çünkü. Bu sol çevreler için de böyledir. Hatta sürecin uzamasından İmamoğlu’nun dahi rahatsız olduğu, mücadelenin illegal gösterilerle değil, hukuki yollarla yapılmasını beklediği biliniyor.
Tüm bunlara karşın CHP’nin cumhurbaşkanı adayını (İmamoğlu) erken sahaya sürmesi, bu sürecin hızlanmasını sağlamış, bir nevi AKP’yi hazırlıksız yakalayabilmesine vesile olmuştur. Demek ki bazı gazeteci arkadaşların (Merdan Yanardağ) ısrarla bir an önce cumhurbaşkanı adayınızı ortaya çıkarın baskısı siyasi olarak önemli bir etki yaratmıştır. Burada geçen yazımda da bahsettiğim, CHP’li olmadan da CHP’ye yön vermenin önemli bir siyasi manevra olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz.
Leman dergisinin linç edilmesinden sonra, İmamoğlu ile Özgür Özel’in açıklamaları durumu daha da netleştiriyor.
Geri adım atmıyor, her gün el yükseltiyor.
Yapılan miting-eylemlere birçok kişi, toplanıp toplanıp dağılırlar diye bakarken, bunu sürdürmek ve her geçen gün daha büyük kalabalıklar oluşturmak karşı tarafın iradesini tamamen zayıflatıyor.
Aslında bugünkü yazımda NATO konusunu da işleyecektim, çünkü bugün yaşadığımız iç siyasetle göbekten bağlı bir konu ama yazı uzadı, artık haftaya.
Peki biz ilericiler ve sosyalistler olarak bunun neresinde duracağız?
En temel değerlerimize sahip çıkacağız:
a. Antiemperyalizmden vazgeçmeyeceğiz.
b. Laiklik vurgusunu her geçen gün daha yukarı çıkaracağız.
c. Cumhuriyetçilik fikrinin yılmaz savunucusu olacağız.
d. Eğitim konusunu ve insan malzemesini yeniden düşüneceğiz ve bugünden çözümler üreteceğiz.
Sosyalistlere ve ilericilere düşen görev bu tarihi süreçte daha fazla itici güç olmalarıdır.
Cesur olmak, ideolojik olarak hazır olmak, tartışmak, fikirlere korkusuzca açık olmak, birleşme değil, eylemde birlik olmak.