Neoliberalizmin yarattığı insan tipolojisi işte budur: Her şeyin kendisiyle başladığına inanan ve her şeyi kendi başına yapacağını sanan insandır.

İnsanı cahilleştirmenin en kestirme yolu, tarihinden koparmaktır.

Cahilin en tipik özelliği, bir şeyi bilmemesi veya az bilmesi değil; her şeyin kendisiyle başladığına inanmasıdır.

Cahilleştirme tarihi unutturmakla, tarihi yok saymakla başlar.

Neoliberalizmin yarattığı insan tipolojisi işte budur: Her şeyin kendisiyle başladığına inanan ve her şeyi kendi başına yapacağını sanan insandır.

CAHİLLEŞTİRME VE POSTMODERNİZM

Neoliberalizm, toplumu cahilleştirmek zorundaydı ve bunun için de felsefi olarak postmodernizmi kullandı. Postmodern felsefenin ilk olarak tarihe saldırması ve tarih üzerine yeni ideolojik alan yaratması işte tam bu yüzdendir.

Postmodernizm tarihin, bilimin yerine sözlü tarihi, sınıfın yerine etnisiteyi koyması tesadüf değildir. Sınıftan kaçış için etnisite, kültürcülük ve tarihten kaçış bir zorunluluktur. Tarih biliminin yerine ise sözlü tarihin geçmesi, kitaplara ve insan birikimine reddiyedir.

En bilinen distopik romanlardan birkaç örnek verecek olursak, Fahrenheit 451’de kitapların yakılması ve insanların sadece TV’lere hapsedilmesi, insanlığın yıkımı olarak resmedilir. Kurtuluş, insanların kitapları bire bir ezberleyerek bir sonraki kuşağa –basılı olmasa bile– zihin yoluyla aktarmasında bulunur. Demek ki insan olmanın birinci koşulu birikimdir ve bu birikime sahip çıkmaktır.

Neoliberalizm insan birikimine reddiyedir.

YENİ ORTAÇAĞ

Yalçın Küçük’ün Tekeliyet kitabında Yeni Ortaçağ tariflerinden birisi şu şekildedir:

“Ortaçağ birikime inanmamaktı, bu nedenle yarından korkuluyordu; Yeni Ortaçağ ise birikimden korkmaktır, dünün silinmesi bu nedenledir. Demek ki, Birinci Ortaçağ’ın yarını yoktur ve İkinci Ortaçağ’da ise dün yoktur, herkes gün’de ve an’da yaşamaktadır. Onlarınki, yarını olmayan insanların dünyasıydı, eğer yarını olmayan ‘insan’ olarak tarif edebiliyorsak. Ve şimdi biz dünsüz bir dünyada yaşıyoruz ve eğer bunu yaşamak sayıyorsak...”

Huxley’de ise bebekleri toplarlar ve onlara kitap gösterirler, elektrik şoku vermek gibi. Bebekler acıdan kaçmayı kitaptan kaçmak olarak öğrenirler. Kitaptan kaçmak, insan zihninin oluşturduğu çoğu güvenilmez olan sözlü tarihe kaçmak böyle bir şeydir.

Sözlü tarih savunuculuğu insan birikiminden kaçmaktır; bu yöntemin ortaya çıkması ve özellikle sol çevrelerce benimsenmesi, solun kendi düşünsel mirasına bir reddiyedir.

Epik tiyatronun kurucularından Alman yazar ve düşünür Bertolt Brecht, bütün ömrü boyunca yazdığı küçük öykülerini bir kitapta toplamıştı; Bay Keuner’in Öyküleri... Bu kitapta yaşadığı hayatla ilgili sorunları olan bir entelektüelin birikimlerini okuruz. Konuyla ilgili olarak kitaptan bir alıntı paylaşmak isterim.

“Günümüzde,”diye yakındı Bay K., “tek başlarına çok büyük kitaplar yazabilecekleriyle açıkça övünen sayısız insan var ve bu, genelde onaylanıyor. Çin filozofu Çuang Çi, daha yaşlılığa uzak olduğu bir dönemde, onda dokuzu alıntılardan oluşma, yüz bin sözcüklük bir kitap yazmıştı. Gereken ruh olmadığından, böyle kitaplar artık yazılamıyor. Bundan ötürü herkes düşüncelerini kendi işliğinde üretiyor ve bu yolla yeterince üretemeyen kendini tembel sanıyor.

O zaman doğal olarak ne başkasından alınabilecek bir düşünce ne de herhangi bir düşünceye ilişkin alıntılanabilecek bir dile getirme biçimi bulunabiliyor. Böyleleri, çalışabilmek için ne kadar az şeye gereksiniyorlar. Bir mürekkepli kalem ve biraz kağıtla yetinebiliyorlar. Ve kulübelerini hiçbir yardım almaksızın, yalnızca tek bir insanın kollarıyla taşıyabileceği yoksul malzemeyle kuruyorlar. Tek bir insanın kurabileceğinden daha büyük yapıları ise tanımıyorlar!”

İNSANLIĞIN BİRİKİMİNİ REDDİYE

Tarih bir sürekliliktir, elbette düz bir çizgide değil, ileriye ve geriye gidişleri vardır, devrimleri ve karşıdevrimleri vardır, restarasyon süreçleri vardır. İçinde yaşadığımız çağ ise insanlığın birikimini reddiye ve en büyük geriye gidiş tarihidir. Kendisinden önce gelenle bağının koptuğu bir çağdır. Yeni aydınlanma, tarih bilincinin yeniden kazanılması, kendisinden önceki tüm birikimlere, şöyle veya böyle demeden kapılarını yeniden açmasıyla başlayacaktır.

Maurice Halbwash’ın “Hafızanın sosyal çerçevesi” dediği şey günümüz insanına hatta ve hatta günümüz aydın adaylarına damga vuruyor.

12 Eylül aydın kırımı için yazılacak elbette çok şey var ama en önemlisi, aydınların cezaevinden ve işkenceden kaçmak için evlerindeki kitapları yakmasını hatırlıyoruz. Aydın evlerinin bacalarından yakılan kitap dumanlarının yükselmesi büyük kırımdır, daha büyüğünü düşünmek zordur.

Cezaevinden kaçmak için kitap yakmak aydının kendisini reddetmesidir.

Hitler’i düşündüğümüzde ilk aklımıza gelen kitapları yaktırmasıdır ve bence önemli bir simgedir.

“Hem komedi ve hem ütopya, insan aklına sonsuz güveni yansıtıyor; iki anlama geliyor. Birisi, insan aklının egemenliği altında toplumsal yapıda bozuklukların olmayacağı ve ikincisi, eğer olacak olursa, bunun kesinlikle düzeltileceğidir.”

Kitaptan ve birikimden kaçmak insanın en güzel hayali olan ütopyadan kaçmaktır; kaçmak insanın kendisine yaptığı en büyük reddiyedir.

***

Tarih bir sürekliliktir. Ancak bu, tekdüze bir çizgi üzerinde sürekli ileriye giden bir hareket olduğu anlamına gelmez. Tarih bir sürekliliktir derken, her dönemin mutlaka bir önceki ve daha önceki dönemlerle bir şekilde bağlantılı olduğunu kastediyoruz. Her ideoloji, kendini tarihsel bir bağ üzerinden temellendirir. Örneğin, Avrupamerkezcilik veya Batı düşünce sistemi, kendini Helenizm’e bağlar. Ancak tarih, aynı zamanda bilimler arasında en Darvinci olanıdır da. Her ideoloji, tarihi, kendine göre yeniden yorumlar. Bu durum, tarih bilimini hem en kolay hem de en zor bilim haline getirir.

Örneğin neden AKP kendini Abdülhamit ile özdeşleştirir? Bu özdeşlik için neden milyonlarca lira harcayıp TV’lerde diziler yaptırır? Neden Vahdettin değil veya Sultan Reşat veya II. Abdülmecit değil de Abdülhamit? Son günlerin yakıcı sorularından bir tanesi de, Kürt açılımında neden Sevr-Lozan tartışması yaratılır veya neden Kürtler Cumhuriyet’e uzun boşluk der? Bunlar bir taraftan siyasetin soruları ise diğer taraftan tarihin sorularıdır.

VAKA-İ HAYRİYE

Peki biz aydınlanmacı tarihimizi nereden ve nasıl başlatacağız?

Modern tarihi Fransız Devrimi’yle başlatmak bize kolaylık sağlar. Çünkü insan periyodizasyonlarla düşünür. Peki neden Fransız Devrimi’yle başlatıyoruz?

Bir yanılgıyı baştan düzeltmekte fayda var. 1789 Devrimi olduğunda, devrim dünya nüfusunun çok az bir kısmını ilgilendiriyordu. Peki bu çok az bir kısım neden daha büyük nüfus ve yüzölçümünü kapsayan diğer toplumları ilgilendirsin? Cevap basit: Çünkü sonrasında gelen tarih oluşumunu ve neredeyse tüm dünya nüfusunun yönünü ve ilerleyişini etkilemiştir.

Benim için ilgi çeken tarih, analitik tarihtir; yani olan biteni anlatmaktan ziyade çözümlemeye kalkışan tarih, toplum içerisinde çeşitli öğelerin nasıl bir araya gelip tarihsel dinamik yarattığı ya da böyle bir dinamiği oluşturmada niçin başarısız kaldığını anlatabilen tarihtir.

Tarih, yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurduğu zaman anlam ve nesnellik kazanır.

Aslında yapmak istediğimiz, geçmiş ile gelecek arasında ne gibi benzerlikler var, bu benzerlikler bizim nasıl işimize yarar ve bahsettiğimiz gibi, insanlığın karanlık yılları olan ortaçağdan insanlık nasıl ve hangi koşullarla kurtulmuş? O zamanki kurtuluş reçeteleri şimdi bizim işimize nasıl yarar? Sorduğumuz sorular ve aradığımız cevaplar aslında bunlar.

Gözlemleyen ile gözlenen, toplumbilimci ile verileri, tarihçi ile olguları arasındaki etkileşme süreklidir ve sürekli olarak değişir; işte bu, tarihin ve toplumsal bilimlerin ayırt edici özelliğidir.

Bizim ilericilik tarihimize geldiğimizde ise önümüze net olarak iki yol çıkar: ilericilik ve gericilik. Bir ara not düşmek daha gerekiyor. Tarihe bugünün koşullarından bakamayız, kendi iç dinamikleri ve kendi toplumsal koşulları etrafından bakabiliriz.

1826 Vaka-i Hayriye (Hayırlı Vaka) olayına, bu topraklarda yaşayan halklar için Batı’ya yüzünü dönmenin tarihidir diyebiliriz. Batı’ya dönmek yerine modern tarihe giriş yaptı diyebiliriz.

Bu ilk dönemi üç ana bölüme ayırabiliriz: Tanzimatçılar, Genç Osmanlılar ve Jöntürkler. Hepsi birbirinin içinden çıkmış ama kendi ekolleri olan üç dönemdir.

Gelecek hafta, bu toprakların ilericilik ve gericilik eksenindeki tarihine kısaca göz atmak; aydın tarihçesi ve aydın kıyımı üzerine düşünmek; oradan da bugüne dair neler yapılması gerektiğine dair birkaç söz etmek niyetindeyim. Görüşmek üzere.