İşte mücadeleyi düşmanının diliyle yapmanın ona benzemek olduğunu unutanların ya da bilmeyenlerin kalpleri kararırken emmâreleri mutmaindir tabiatıyla.

“Teodise problemi”nin çıktığı o 18. yüzyılın büyük felaketi Lizbon depreminden beri tartışılır, “Tanrı varsa neden kötülük var” diye. Öyle ya depremde çoluk çocuk demeden binlerce kişi öldüyse Tanrı bunda ne amaç gütmekteydi. Sorunun etkisi hakikaten müthişti. Leibniz “mümkün dünyaların en iyisi” kavramsallaştırmasıyla bir çözüme gitmiş, irademizi de “evvel ve ahir irade” diye tasniflemiş, bunun benzeri İslami literatürde de Külli irade-Cüzî irade ayrımında ortaya çıkmıştı. Hangisinin önce olduğunu bilmiyorum ama yazımın insicamında bu o kadar önemli de değil zaten.

Yine İslam dünyasından devam edeyim. İslamiyetin ilk devirlerinde büyük iç savaşlar olunca “mürtekib-i kebire” sorunu ortaya çıktı. Mürtekib bizim hukuk literatüründen de bildiğimiz gibi irtikab yani kötü bir iş, rüşvet ve sair anlamlar var. Kebire de ekberden yani “büyük günah.” İşte ilk Müslümanlar kendi aralarında savaştı öldü hangisi şehit olacak, çünkü Şia ile sonradan Sünniliğe evrilecek olan diğerleri arasında en nihayet de tabir-i amiyane bunların hepsine gider yapan ilk mezhep olacak olan hariciler arasında büyük bir çatışma yaşanmış Müslümanlar birbirlerini katletmişlerdi. Bu tartışma İslam dünyasının ilk felsefi ekolü olan Mütezile’yi de ortaya çıkarmıştı.

Kötüye sürekli bir kulp takarak dünyamızı anlamlandırmaya çalıştık. Hristiyan dünyasının ilk etkili filozofu Agustianus da “De civite dei” yani “Tanrı şehri” kitabında iyilerin gireceği bir şehirden bahseder. Kötülük ile iyilik Zerdüştlerin ve Mani dininin baş argümanı olarak elbette Hristiyanlığı etkileyecek onun yaygınlığıyla bütün dünya etkilenecekti. İlk belaları Atilla geldiğinde “Tanrını kırbacı” diye adlandırdılar. Filmlerdeki bu ibareyi biz övgü gibi sansak da buradaki kırbaç şimdilerde sık kullanılan aslında yoldan çıktıkları için kendilerine Tanrının verdiği ceza manasında kullanılmaktaydı. Sonra bir bela daha geldi. Avrupa'da Ostrogot, Vandal ve Vizigot diye adlandırılan barbar kavimlerin işgaliyle birlikte bugünkü millet sistemi oluştu. Allahtan bunlar zamanla Hristiyanlığı -her ne kadar Ariusçu bir rahip elinden dini öğrenip başka bir belaya yol açmışlarsa da- kabul etmişler bu yüzden problem çözülmüştü.

Dünya tarihinde “bela” diye kavramsallaştırdığımız şey her neyse bunun kötü olan etkisinin yanında iyi şeyler de oldu. Leibniz tam da bunu söylemek istiyordu. Yani sizin kötü gibi gördüğünüz bir şey aslında iyi bir şeydir de siz onu şimdi görmüyorsunuz anlamında. Bunu insanlığımız gördü mü bilmiyorum ama Kant'ın da o müthiş Tanrı olmasa da biz ahlakı kurmalıyız argümanını da teodise bağlamında hatırlatarak bizim seksenlerle birlikte başlayan serüvenimize geçeyim.

ÇAĞRI FİLMİNİN SERENCAMI

2005 yılında Ürdün'ün başkenti Amman'da El Kaidenin yaptığı otel bombalamalarından biri de Hyatt oteline yönelik olandı. Burada da birçok insan ölmüştü, ölenlerden biri de bir düğün vesilesiyle kızıyla birlikte orada olan bir adamdı.

Yetmişlerin sonu seksenlerde özellikle İran devrimiyle birlikte bütün İslam dünyasında “siyasal İslam” hareketleri teveccüh kazanmıştı. Mevzubahis yönetmen de kendince bu hareketlere en azından sinema dünyasından bir şeyler eklemişti. Anthony Queen ve İrene Papas gibi ünlü oyuncuları filmlerinde oynatmış tarihi şahsiyetleri ve olayları sinema ekranına getirmişti. Özellikle bir filmi tam bir sene sinemalarımızda oynadı. O tarihlerde bilen bilir bir filmin bu kadar süre oynaması imkansızdır. Her ramazan filmlerini izlemek neredeyse gelenek haline geliyordu. Ramazanın alamet-i farikası olmuştu yani.

“The Message” Cağrı filmi için önce Suudi Arabistan finansman sözü verir. Daha sonra tabiatıyla Selefi-Vehhâbîlik gereği olarak senaryoda Ashab-ı kiram'a çok yer verildiği için vazgeçer para vermekten, üstüne üstlük engellenmesi için film çekimi yapılan Fas'a da baskı yaparlar. Yönetmen Mustafa Akkad filmi durdurmak zorunda kalır. Elindekilerle on beş dakikalık bir kolaj yapar ve Kaddafi'ye götürür. Kaddafi projeyi beğenir, çekilmesi için para ve yer imkânı verir. Çekimler Libya' da devam eder. Pek bilinmez söyleyeyim, uluslararası oyuncularla ve Arap dünyası oyuncularıyla olan iki film birden aynı anda çekilir, yani senaryo ve oyuncular başrol dışında aynı. İlkinin ismi “The Message” "Çağrı" diğeri "Errisale"dir. (1) Bizim aynı anda -çaktırmadan ama- iki film çekilen erotik filmlerimizi saymazsak sinema tarihinde bir ilk gerçekleşiyordur yani. Filmin müthiş Türkçe dublajındaki efsanelerin katkılarına da şapka çıkarmak gerekiyor elbet.

Akkad çağrı filmini çektiğinde daha Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi rolünde kimin oynayacağını bulamamıştır, ya da bulsa bile aday içine sinmemektedir. Film çekimlerinde kaldıkları otelde bir adamı görür, adam otelin elektrikçisidir. İşte kafasındaki tipi bulmuştur artık. Hemen teklifini yapar, adam kabul eder tabiatıyla. Film çekiminde Vahşi, Hz. Hamza’ya tam mızrağı atacağı anda oyuncular ona engel olmaktadır, film bile olsa kabul edemezler Hz. Hamza'nın şehit edilmesini. Birkaç sahne sonra bakarlar ki bu sahneyi çekemeyecekler, oyuncuları gönderirler, set işçileriyle tamamlarlar savaş anını. Hz. Hamza sağ salim şehit edilmiştir!

Ama elektrikçinin başı dertten kurtulmaz, bir daha iş alamaz, dükkanını kapatır. İşçilik dahi zor bulmaktadır artık. Film bile olsa Hz. Hamza'nın katili diye mimlenmiştir artık. Yıllar sonra kendisiyle yapılan röportajda Mustafa Akkad'a beddua okumaktadır. Siyasal İslam bu filmle ivme kazanmış olsa da, Vahşi rolündeki elektrikçi hayatının geri kalan kısmında hayırla yad etmemektedir Akkad'ı.

Bölümün başındaki otel saldırısından devam edeyim. Saldırırlarken haberleri var mıydı onun otelde olduğundan kim bilir ama İslam’a kendilerinden daha manevi hizmet eden unutulmaz “Çağrı” ve “Ömer Muhtar” filmlerin yönetmeni olan Mustafa Akkad'ı kızıyla birlikte öldürdükleri ve lanet yedikleri kesindir.

BİR DÖNÜŞTÜRÜCÜ OLARAK EMİR Bİ’L-MA’RÛF

İlk dönem İslam dünyasından devam edip daha yakın döneme geleyim. Ömer henüz Müslüman olmamış, azılı İslam karşıtı bir müşriktir. Kız kardeşinin de Müslüman olduğunu öğrenince bir hışımla eve gider. İçeriden bir ses gelir, Ömer etkilenir bundan, içeri girer önce kardeşini ve eniştesini biraz hırpalar ardından demin burada bir şey okuyordunuz der ve ona bakmak ister. Henüz usul bilmez elbet abdest alması gerektiğini öğrenince vuzû sonrası okumaya başlar. Kur'anı okumaya devam ettikçe Ömer büyülenir, değişir, dönüşür. Bin nasihat, bin kavga, bin küfür değil, bir ses, bir nefes, bir yürek onun kanatlanıp alemlerin üzerinde gezmesine sebep olmuştur.

DARBELERİMİZİN ETTİKLERİ

1980'ler Neo-liberal politikaların ortaya çıktığı yıllardı. 1970'lerde Friedman modeli ile ortaya çıkan yeni düzen daha ileri bir duruma gelmiş kapitalizm artık tabir-i amiyane çift okeye dönmeye başlamıştı. Bu yeni düzen-ki daha sonraları Yeni Dünya Düzeni diye tesmiye edildi- bütün dünyada yeni siyasi aktörleri ortaya çıkardı. İngiltere'de "Demir Lady", ABD'de "Kovboy" Reagan Türkiye'de “Tombul” diye tesmiye edilen Özal bu yeni düzenin taze yüzleriydi.

Bizim ülkemizde henüz darbe olmuş ABD'nin Sovyetleri İslam dünyası ile sarması manasına gelen "Yeşil Kuşak" politikası uygulanmaya başlamıştı. Buna göre Özal iç barış gereği "Dört eğilim"i birleştirse de siyaset yeşil tondaydı artık. Mahalle aralarında çay ocakları kuruluyor, burada her türlü delikanlı (!) muhabbetleri, argolar, küfürler havalarda uçuşurken vakit namazlarına toplu bir şekilde gidiliyordu, mahalledeki gençlerin suyuna gidiliyordu yani. Dinci gazeteler kapı kapı dolaşıp abonelik yapıyorlar kamusal alanda meşruiyetlerini korkuyla birlikte artırıyorlardı.

Ramazan şenlikleri, İslami kitap fuarları ile entelektüel alanda da yer almaya başlıyorlardı. Cağaloğlu yavaş yavaş bu yeni ivmeye dönüşmeye başlarken, Beyazıt sahaflar çarşısında dini kitapların görünürlüğü çoğalıyordu. Meydanlarda el arabalarında vaaz kasetleri yüksek sesle dinleniyor insanlar bunların etrafında sanki bir ritüeldeymiş gibi toplanıyorlardı. Çalanlardan biri de müziklerini Maurice Jarre’nin yaptığı Çağrı filminin kasetleriydi. Anthony Queen ve Kaptan Cousteau’nun Müslüman olduğu söyleniyorken Cat Stevens’ın gerçekten İslamiyet’i seçmesi büyük etki yaratıyordu. Her alanda üstünlüğü yakalıyorlardı yani.

Birçok grup ortaya çıktı bunların yayın organı dergiler boy göstermeye başladı. İran devriminin etkisi büyüktü. Ali Şeriati ve onun biraz karşı tarafında olan Seyyid Kutup modaydı mesela. Ama bir süre sonra bu İslami gruplara yönelik Suudi Arabistan istihbaratı kaynaklı saldırılar başladı. Suud-İran çatışması o gün olduğu gibi bugün de vaka-i adiyedendi. Zaten devrimin hemen ardından Irak’la savaş başlayınca İran devriminin domino etkisi ortadan kalktı. İşte tam bu sıralarda o müthiş, çarpıcı "Müslümanlar tükürse İsrail'i sel götürür" sloganı ortaya çıktı. Türkiye'de İslamcılar ideolojik hegemonyalarını kuruyorlardı. Yine bu tarihlerde İsrail'in başarısının sebepleri tartışılıyor bunun en büyük nedeninin onların ekonomik güçleri olduğu ortaya atılıyordu. Elbet Yahudiler ekonomik olarak dolayısıyla siyasi olarak da güçlüyse İslam dünyası da bu gücü yakalamalıydı. Yani, işte o meşhur "Yahudileşme temayülü" ortaya çıkmaya başlıyordu. Peki kötü müydü ekonomik olarak güçlü olmak, anladıkları dil buysa ne yapmak lazım o halde? Hızla Uğur Mumcu'nun bahsettiği "Rabıta" türü ekonomik örgütler kuruldu. İslami bankacılık sistemleri bunları takip etti, iddialıydılar artık ekonomik dolayısıyla siyasal bir güç olacaklardı. Öyle mi oldu peki?

GÖNÜLLERİ ÇELME OLARAK “İSTİMÂLET”

İşte bu süreç içinde İslam dünyası İstimâlet'i kaçırdı. Nedir bu istimâlet "Gönül çelme" diye çevirebiliriz. Osmanlının özellikle Balkanlarda izlediği politikaydı bu.

Ömer Lütfi Barkan 1940'larda Vakıflar Dergisinde “Kolonizatör Türk Dervişleri” (3) başlığıyla bir makale yayınlamıştı. Bu makale daha sonra bazı kitapların içinde de yer aldı. Barkan, Osmanlılar gelmeden önce Balkanlara giden Bektaşi tarikatının, buralarda kurduğu dergahlarla fakir bölge halkıyla ekonomik dayanışmaya girdiğini bunun neticesinde de İstimâlet oluştuğunu söylüyordu. Halkın gönlünü çelen Bektaşiler nedeniyle bölgeden Osmanlılara ciddi bir tepki gelmedi, neredeyse yürüye yürüye Viyana'ya kadar gittiler. Gelenler “bizim çocuklar” muamelesi görüyorlardı zira.

Demek istemem odur ki İslam dünyası İstimâlet'i çoktandır unuttu, yürekten okunan bir ezanın, mevlidin sohbetlerde aktarılan kıssaların insanların yüreklerini oynatmasından vazgeçildi. Ekonomik güç olma yolunda her türlü kirlenme meşru kılındı, bunlara yönelik fetvalar da oluşturuldu. Dava uğruna topladıkları paralar, altınlar onların vefatında çocuklarının nam-ı hesabına geçti. Çağrı filminin bir sahnesinden geldikleri durumu anlatayım. Müslümanlar Habeşistan kralının huzuruna giderler, orada fikirlerinin tehlikeli olduğuna dair karşı argümana verdikleri cevabı günümüz Müslümanlarına hatırlatayım. Gözyaşlarıyla izledikleri film epey oldu, köprünün altından çok su geçti, geldikleri noktada o masumane göz yaşı döken insanlar değiller artık zira.

“Hangi fikir tehlikeli? kimse açlıktan ölmemeli, zengin fakiri kandırmamalı, kuvvetli zayıfı ezmemeli, bunlar mı tehlikeli fikirler”. İşte geldik mi unuttukları Müstekbir ve Müstaz’af’a. Unutuldu değil mi. Buradan uzaklaşınca ortalık, El Kaide, İşid, Boko Haram, Nusra ve sair örgütlere kaldı. İşte mücadeleyi düşmanının diliyle yapmanın ona benzemek olduğunu unutanların ya da bilmeyenlerin kalpleri kararırken emmâreleri mutmaindir tabiatıyla. İstimâleti besleyen emr-i bil maruf (3) vardı hani, ne oldu ona. Herkesin çoluğu çocuğu var öyle değil mi. Allah için çıkılan yolda çoluk çocuğun istikbali bahanesiyle bataklığa yürüdünüz, işte budur son noktanız.

KAYNAKÇA

  1. Filmin Arap sanatçılar tarafından çekilen versiyonu. https://www.youtube.com/watch?v=TtU9LrW2naQ&t=10787s

  2. https://isamveri.org/pdfdrg/D00143/1942_2/1942_2_BARKANL.pdf

  3. Ma’rûf bilinen tanınan, “arif olan anlar” da ifadesini buluyor yani. Jose'den Yosi'ye "Karşılaşmalar" yazımdaki tema buydu işte. Karşılaşma insanın başkasından çok kendisini tanıma üzerinedir, öteki senin aynan olur. Cahiliye devri diye kavramsallaştırılan putperest dönemde “iyilik, ikram, gönül okşayıcı söz ve davranış” anlamında yani İstimâlet bağlamında kullanılmaktaydı. Burayı tekrar yazayım “Cahiliye (!) devrinde” yani.