"‘Kendilik kaygısı’ o kadar yükseliyor ki ‘sürekli kendini gözetleyen ben’ nerede patlayacak işte burası meçhul."

Bizim jenerasyon yani şu an dünyada yaşayan işte kendisinin farazi olarak 15 yaşından itibaren farkına varmaya başlayan insanat -burada geçen yüzyılın başındaki o "öteki"yi ve dolayısıyla bizi de oluşturan o zalim bahçelere gönderme yapıyorum- her daim öyle kendisiyle ilgilenmiyordu. Farkındalığın doruk noktası olan "gnothi seauton", "sapere aude" diyen Yunan ve Roma dünyasını es geçerek, Orta Çağ'ı düşünelim mesela. Köylü zaten çalışmaktan bitap düşmüş günde bir defa o da -özellikle 16. yüzyıl keşifleri sonrası- çoğunlukla patates haşlaması olduğu halde yemek yiyorsa kendisini şanslı hissediyordu. Vassalı olduğu "bey" her şeyini aldığı gibi o meşhur "prima nokta" ile eşine de ilk gece hakkı diyerek göz dikiyordu.

Çoğunlukla köylerde yaşayan topluluklar için burada zamanın bir önemi olmadığı gibi, bir başkasına kendisini beğendirecek sosyal ilişki de yoktu. Hafta sonları gidilen kilise onlar için en büyük sosyallik iken başka bir ilişki biçimi de karnavallardı. Bahtin'in Rabelais kitabına gönderme yaparak buraya daha fazla girmiyorum.

UYGARLIK SÜRECİ

Elias "Uygarlık süreci" kitabında 14. Louis döneminde Versay sarayında oluşmaya başlayan yeni adab-ı muaşeret'i bizlere gösterir. Erasmus'un yazdığı muaşeret kitabından örnekleri gördüğümüzde bunları yapın dediği şeylerin tersinin yapıldığını tahmin etmek zor değil (1). 14. Louis devleti merkezileştirme sürecinde soyluları (!) herhangi bir şey yapmasına gerek olmadan sarayda yaşamaları için özendirmiş, zorlamış, böylece devleti merkezi bir hale getirmişti. Kendi küçük kalesinde herhangi bir kurala gerek duymayan feodal bey zaten kadının da pek olmadığı bir yerde görgü kuralları diye bir mefhumu dahi bilmiyordu. Sarayda kuralları öğrenen yeni "courtesien" saraylı tip zamanla burayla temasta olan orta sınıflara da sirayet etmiş, yeni davranışlar bu şekilde yaygınlaşmış, bu yeni bir tema olarak aşk görünümünde edebiyata da yansımıştı.

YENİ KAMUSAL ALANLAR, MODALAR

Aydınlanma ile birlikte bir kamusal alan olarak kafeler yeni bir sosyallik biçimi olurken burada devrimler düşünsel olarak örgütleniyor ve bir müddet sonra Marx'ın devrim modelinde öngördüğü gibi ekonomik sistemi ele geçiren kapital sahipleri siyasal düzene de el koyuyordu. Kafelerin bu işlevini Habermas'ın "Kamusallığın yapısal dönüşümü" kitabında net bir şekilde izleriz. Bundan sonra dünya hiçbir zaman aynı şekilde kalmadı.

Sistemin mantığı gereği tüketim kültürüne uygun insanların ortaya çıkması gerektiği için bu tipin oluşturulması süreci başladı. Modern zamanlarla birlikte daha önce olmayan "boş zaman" düşüncesi ortaya çıktı. Bunun ardından tatil düşüncesi de oluşunca sosyal olarak gelişen orta sınıf için yeni ihtiyaçlar meydana gelmiş, bunu izleyen dönemde bunun pazarı da ortaya çıkmıştı. Geçen yüzyılın başlarında terziler modacılara dönüştü. Saray geleneği olan "haute cauture" yani kişiye özel giyim tıpkı Ford'un T arabasını ürettiği bant sistemi gibi "pret-a-porter" yani hazır giyime dönüştü.

Magazin dergileri ortaya çıkmaya başladı. Hollywood merkezli ilk yıldızlar özellikle Florence Lawrence ve Valentino ilklerden olmak üzere diğerleri Mae West, Mary Pickford, Death Arab'dan anagram yapılan ilk vamp Theda Bara gibi sessiz sinema yıldızları bir ikona dönüştü. Bu sürecin aynısını ülkemizde Simavi ailesi dergi yayınlarıyla başlattı (2).

Ben bilinci yoğun bir şekilde gelişmeye devam etti. Önceki dönemlerde saraylarda moda olan danslar yeni dönemde sokaklara indi. Dans demokratikleşirken dünya savaşının ardından ilk popüler dans Swing ortaya çıktı. Bu müzik ve dansı elbette başkaları izlerken doruk noktası Rock'n Roll ile oldu. İnsanların sevinci 1929 ekonomik buhranı ile yarıda kalırken dünya yeniden savaşa doğru gidiyor, özellikle İtalya, Almanya, İspanya ve Rusya'da otoriter yönetimler ortaya çıkıyordu. Burada Amerika'nın da hiç masum olmadığını "Uzak akrabalar" (3) kitabına gönderme yaparak geçeyim.

Moda o kadar gündemdedir ki Naziler üniformalarının tasarımını meşhur Hugo Boss'un firmasına çizdirirler. Sonradan Adidas ve Puma firmaları olarak ayrışan "Dassler Gerbruder" (4) Rudolf ve Adolf Dassler kardeşler çizmeleri yaparlar. Kendini bilen olarak homo sapiens türümüz kendimizi bildiğimizi bilen yani "homo sapiens-sapiens"e doğru evrimini doruğa çıkarmaya başlamıştır artık. Buradaki bilme süreci de öyle masum değildi hani. O şeytani akıldan muzdarip Yahudi düşünürlerin önderliğinde Frankfurt okulunun "araçsal akıl" eleştirel kavramsallaştırmasında görüldüğü gibi akıl her zaman iyi yönde kullanılmıyordu.

YENİ YENİ DÜZEN

80'lerle birlikte dünya neo-liberal politikaların ekseninde başka bir yöne doğru evrildi. Yeni tüketim kültürleri oluşurken sağlık türünden programlar özellikle Jane Fonda televizyon yayınlarında aerobik modasıyla ortaya çıkmaya başladı. Tüketim kültürü, teknolojinin gelişmesiyle eksik olan parça tamamlanınca doruğa tırmandı. Gıda ürünlerinin bozulmasını önleyen kimyasal maddelerin ortaya çıkmasıyla (!) ürünün raf ömrü uzamış, bunun ardından sektörde patlama yaşanınca marketler yaygınlaşmıştı.

Tüketim kültürü AVM'lerin ortaya çıkmasıyla daha önceden Guy Debord'un söylediği "gösteri" boyutunu arttırmış, çılgınlık doruğa varmıştı. Spor salonları, sağlık ve güzellik merkezleri hızla artarken ilaç sektörü de gelişmesinde tepe noktasına varmış, firmalar yeni sorunlara devalar bulup servetlerine servet katmaya devam etmişti. "Beyaz önlük siyah şapka" (5) kitabında yazılanlara bakarsak önce hastalık tanımı yapılıyor sonra buna uygun hastalar oluşturuluyor ve en nihayet sonu gelmez ilaç süreci geliyordu. Bu analiz Foucault'un "Kliniğin doğuşu" kitabında yazılan süreçle tamamen örtüşür, bu bakımdan hiç de yabancısı değiliz anlayacağınız.

Hasılı tüketim çılgınlığı sağlık ile birlikte gitmeye başlamış, sağlık şirketleri karlarına kar katarken dünya borsalarında en çok yükselen şirketler haline gelmişti. Herkesin mutlaka kullandığı vitamin ilaçları uzmanlarımızın tavsiyesiydi. Sürekli yapılan check-up'lar gözün daima ama daima kendi üzerimizde olması. Bu sürecin yeni hastalıklara yol açmayacağını kim düşünebilir. Neden panik atak hastalığında bu kadar artış var. İnsanın kendisini sürekli seyretmesiyle yeni hastalıkların alakası ne. Bu antik Yunan'ın "gnothi seauton" yani her türlü arete (erdem) kokan "kendini bil" ile mi yoksa modern dünyanın bize yüklediği yine antik Yunan kaynaklı "hubris" ile yani kibirle mi alakalı.

HOMO SAPİENS-SAPİENS VE KENDİLİK KAYGISI

Kendilik kaygısı Foucault düşüncesinin Arkeoloji ve soy kütüğün ardından zamansız ölümüyle yarım kalan üçüncü evresi etik dönemi için öne sürdüğü bir kavram. Panoptikon'dan yani gözetleyenin görülmediği bir kontrol merkezinden, merkeze oradan da gözetlemenin kendi içimize döndüğü bir süreci açıklamak için kullanmıştı. Gerçi Foucault Nietzche'nin yarım bıraktığı o üst insana giden yolda etiği yeniden kurma amacıyla konuya yaklaşsa da onun yaklaşımı içe bakış bağlamında şu anki çılgınlığı en net gösteren kavram sanki.

Bundan otuz yıl önce birisi bizlere sokaklara park ettiğiniz arabalar için para ödeyeceksiniz, evinize içmek için paralı su alacaksınız, sokağınıza kamera konmadığı için kızacaksınız dendiğinde ne derdik acaba. Şimdi bu sorular çok saçma ama Foucault'un dönemlendirmesi gibi, biz de bu dönemin insanları olarak yeni zihinsel kalıplarla inşa edildik yukarıda yazdıklarımın manasız görünmesi o yüzden. Ama otuz yıl önceki zihinsel kalıplarımızda da bunlar manasızdı. Bizlere badireler atlata atlata getirdikleri nokta burasıdır işte.

Dünya daha da sağlık merkezli oluyor. Kolumuzda akıllı saatlerle positivist ihtimamla kendimizi takip ediyoruz. Korkularımız daha da artırılırken bizim sokağa da kamera koyun diye yalvarır gibi önlemler talep ediyoruz. Özgürlüklerimiz bir bir elden giderken fiziksel olarak sağlık taleplerimiz dorukta. "Kendilik kaygısı" o kadar yükseliyor ki "sürekli kendini gözetleyen ben" nerede patlayacak işte burası meçhul. Ya da belki de patlıyor da şu anki zihinsel kalıplarımızla yani kayıplarımızla fark etmiyoruz bile.

DİPNOT

1) Erasmus “Çocuklar İçin Adabımuaşeret”, İstanbul, 2017

2) İrem Barutçu, “Babıali Tanrıları: Simavi Ailesi”, İstanbul, 2004

3) Wolfgang Schivelbusch, “Uzak Akrabalar Faşizm, Nasyonalsosyalizm, New Deal, 1933-1939”, İstanbul, 2014

4) Düşman kardeşlerin öyküsü için 2016 yapımı “Duell der Brüder - Die Geschichte von Adidas und Puma” filmini izleyebilirsiniz.

5) Carl Elliott “Beyaz Önlük Siyah Şapka. Modern Tıbbın Karanlık Yüzüne Yolculuk”, İstanbul, 2017