Allande iktidara geldiğinde aslında emperyalistler ve onların mankurtları Chicago boyslar ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Chicago okulu, kurulduğundan beri “Kent” ve “Suç sosyolojisi” ekseninde yaptıkları araştırmaları ekol olmuştu. Mesela kent sosyolojisinde meşhur Park ve Burgess'in ta o tarihlerde yazdığı şeyler yani merkezlerden çeperlere doğru yayılma, sonra çeperin merkez olması, yayılma, bugün neredeyse kanun olmuş durumda. Suç sosyolojisinde de o dönemler yazılan şeyler bugün artık tartışılmıyor bile, hakikaten üzerine bir şey koymak çok zor. Sadece oradan yola çıkıp belki baz alarak yeni bir şeyler söyleyebilirsin. Tabir-i amiyane raconu onlar kesmiş ve hala kesiyorlar. Bunda kuşkusuz o dönem sosyoekonomik olarak gelişen Chicago’nun laboratuvar olarak kullanılmasının payı da vardı. Buradaki araştırmalar, analizler kenti yönetenler için anahtar rol oynuyordu aynı zamanda.
İşte burada bir de Friedman diye biri çıktı. Ekonomik görüşleriyle elbet egemenlerin çok işine geldiği için bir de Nobel ödülü aldı. Ne söylüyordu bu Friedman. İşte 1980'ler ve hatta şimdi dahi geçerli olan devletin ekonomik hayattan çekilmesi, özelleştirmeler, taşeronlaşma, sendikaların sıfırlanması, yani anlayacağınız bu eski toplumsal hareketlere neşvünema olan alanın yok olması, bataklığın kurutulması metaforunu da unutmayalım elbet.
Yine tıpkı Chicago şehrini bir laboratuvar olarak kullandıkları gibi kendilerine bir laboratuvar aradılar. Bu kez şehirden daha büyüğü bir ülke emirlerine amadeydi. Meşhur Şili, Allande olaylarından bahsedeceğim anlaşıldığı gibi.
BİR LABORATUVAR OLARAK ŞİLİ
Bir metafor kullanıyorlardı, hani şu 50'lerde bir yerlerde bıraktığım CIA psikiyatristi Cameron'un elinden hiç düşmeyen şoktu o da. Friedman ve arkadaşlarına göre de ekonomi böyle tıpkı işkencede sıfıra gelen kurban gibi en dibi görecek ve onun ertesi yeni ekonomik kurallarla ve tabiatıyla askeri yönetimlerin baskısıyla yeni düzen ihdas edilecekti. Bunu bir yerlerden hatırlarsınız herhalde, zira senaryo tuttuktan sonra yeni bir senaryo aksiyonuna gerek yok.
Bunun aynısını bizim ülkemizde de kullandılar. Siyasi ve ekonomik olarak dibe vuran ülke 12 Eylül ertesi Friedman'ın çok sevdiği politikacı tiplerinden olan Özal ile birlikte bir değişime, dönüşüme uğramıştı. Bir taraftan da Brezinski'nin Sovyetleri İslam ülkeleriyle kuşatma anlamında "Yeşil kuşak" politikasıyla Türkiye İslami örgütlere göz kırpıyordu.
Bir örnek daha vereyim. DYP, ANAP çekişmesi ve merkez sağın içinin boşaltılması, tıkanan siyaset ve seçimlere birdenbire giren bir partinin yani AKP’nin bu dibe vurmanın, şokun ardından tek başına iktidar olması. Şok ve format hiç değişmiyor yani anlayacağınız.
Dünyada "Demir Lady" diye tesmiye edilen Thatcher özelleştirmeler konusunda belki de daha zalim davranıyordu. Onun da hedeflerinden birisi bir dönemlerin büyük gücü olan sendikalardı. Meşhur maden grevinin ardından öyle bir saldırılar başladı ki sendikalar o gün bu gün tıpkı Türkiye'deki gibi bir daha kendilerini toparlayamadılar.
Tekrar bu yarattığı dünyanın ardından Friedman'a döneyim ama Hayek'e de gönderme yapmadan geçmeyeyim. Zira mutlaka bu tür zalimlikleri filozoflar eliyle yeni bir hikaye, yeni bir format halinde anlatacak masalcılara ihtiyaç vardı. Bütün bu zalimliklerinin ardında özgürlük vardı bunun da teorisini işte bu Hayek yapıyordu. Tahmin edersiniz herhalde o da bu görüşleriyle Nobel ödülünü aldı hemencecik.
DÜNYA SİSTEMLERİ
Friedman modeline gelmeden önce dünyanın manzarasından biraz bahsetmem lazım. Dünyada Wallerstein’in perifer yada yarı perifer diye kavramsallaştırdığı ülkeler evet sistemin içindeydiler ama bazıları işte mesela Arjantin, İran, Mısır biraz da olsa oyunu bozacak milli hamleler yapıyorlardı. Bu kadarcık milliliğe dahi tahammül yoktu. Arjantin ve İran’da 50’lerden itibaren bize hiç yabancı olmayan askeri darbelerle devrilen Peron ve Musaddık’ın ardından sisteme eklemlenme gerçekleşti. En nihayet Mısır’da Nasır’ın ölümünün ardından burada da sistemin başına bela Arap milliyetçiliği yani BAAS inişe geçmiş sonrasında burası da sisteme eklemlenmişti.
Friedman ve Şili'ye gelmek için biraz da Keynes’den bahsetmem lazım. Keynes biliniyor artık dünyayı 1929 buhranından çıkaran adam, önemli bir iktisatçı, sosyal demokrasinin öncülerinden, dolayısıyla savunusu sosyal devlet üzerine. Bretton Wodds’da da İngiltere heyetinin başında ve daha sonra başarıları nedeniyle ABD’de danışmanlık yaptı. Bunun fikirleri birinci dünya ülkelerine artık bir yük oluyor, giderek gelişen millileşen üçüncü dünya ülkeleri arayı kapatıyorlardı. Ne yapılması lazımdı peki. En önce kendi ülkelerinde işçi ücretleri düşürülecek, daha çok istihdam yaratsın diye zenginin vergisi azalacak ve giderek kamu maliyesi önünde bir yük olan devlet üretimleri özelleşecekti. Buraya kadar normal yani işte ülkesini ilerletmeye çalışıyor diyebilirsiniz.
Ama ikinci plan doğrudan bizim gibi ülkelerle alakalı. Yani bizim de sisteme aşağı doğru çekilip katılmamız gerekiyordu. Anlayacağınız Adam Smith’in “Ulusların zenginliği”nde bahsettiği piyasaları kendiliğinden düzenleyen “Görünmez el” bir hikayeydi. Zaten Friedman bunu gazete köşesinde de ifade etmişti. Evet “Pazarın gizli eli gizli bir yumruk olmadan işleyemez”di. İşte bu gizli yumruğu biz 12 Eylül ile birlikte sisteme entegre olduğumuzda gördük. O dönemler işverenlerin temsilcisi Halit Narin’in darbe ertesi sözünü de hatırlatayım. “20 yıl boyunca onlar (işçiler) güldü, şimdi gülme sırası bizde”. Doğrudur, şokun ardından gelen formatta biçilme sırası halktaydı artık.
Şimdi Şili deneyimlerine gelebilirim artık. Yeni teori tıpkı Cameron’un insan kobayları gibi kendisine bir laboratuvar olarak bu ülkeyi aldı. Allande’nin uygulamaları uluslararası sistemi tedirgin etmekteydi. Yani aslında tedirginlikleri o ülkeden kaynaklanmıyordu, korku “Domino etkisi” teorisiydi.
Bu teori aslında iş güvenliği mühendisi olan Heinrich’in kendi alanıyla ilgili yaptığı gözlemlere dayalı bir kavramsallaştırmaydı. Siyasi anlamda ilk kullanımda ilk Dünya savaşında Lord Curzon tarafından olsa da popüler olması Eisenhower’in bir basın toplantısında Vietnam’dan çekilme üzerine sorular nedeniyle verdiği cevapta görüldü. Vietnam’ı kaybetmek bir şey değildi yani bunun etkileri olur, bölge ülkeleri Çin ve Rusya’nın tesirine girerlerdi. Yani domino etkisi (1).
Şili’de bu anlamda hem domino etkisi olmaması, hem de yeni teorinin neşvünema bulması için kullanıldı. Friedman Allande’yi deviren general Pinochet’in danışmanı oldu. Her şey tam istediği gibiydi bir darbe olmuş yani operasyonun ilk adımı dibe vurma “şok” tamamdı anlayacağınız. Peki bunlar birdenbire mi ortaya çıktı, daha öncesi yok muydu. Biraz daha öncesine gideyim.
FORD BURSUNUN AHFADI “CHİCAGO BOYS”
“Her ağacın kurdu kendinden olur” atasözü ne de doğrudur. Şili’de özellikle “Ford vakfı”1950’lerden başlayarak Chicago Üniversitesinde okutmak için Şilili öğrencilere burs verdi. Ee ne var ne güzel işte diyebilirsiniz elbet bir şey demiyorum. Bilirsiniz mutlaka denk gelmişsinizdir, kocası kadını dövdüğünde işte “kocamdır döver de, sever de” sözlerini. Burada aslında bir şekilde mankurtlaşma görülmektedir. Hint Postkolonyal ve “madun çalışmaları” işte bu sömürge yönetimlerinin ülke aydını üzerinde yaptığı etki üzerine yapı söküme gidiyorlardı. Buradaki öğrencilerin söylem analizlerini yapmanıza bile gerek yoktu. Zira bu okulun tezlerini size tıpkı bir mankurt gibi tekrarlıyordu. Verdikleri tezlerin hemen hemen hepsi bağımsızlıkçı kalkınmacılığa karşı sisteme entegre olmayı savunma üzerineydi. Normal tabi ki “Ekmeği kim veriyorsa onun bayrağını sallıyorlardı” bu belliydi artık.
Bizde de bazı üniversitelerde görüldüğü gibi orada da bu tezin yuvalandığı merkez oluştu. “Santiago Katolik Üniversitesi” kraldan daha çok kralcı Friedmancılarla doldu. Bir de adları vardı: “Los Chicago boys” diye.
Allande iktidara geldiğinde aslında emperyalistler ve onların mankurtları Chicago boyslar ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı. Daha önceden pilot bölgelerdeki deneyimleri bunlara yol göstermişti. Neydi bu pilot ülkeler: Brezilya ve Endonezya idi onlar da.
BİR LABORATUVAR OLARAK BREZİLYA VE ENDONEZYA
Brezilya’da 60’larda bir darbe olmuştu ama darbeyi yapanlar bizim Evren gibi değildi elbet. Onlara biraz da müstehzi ifadeyle “centilmenler cuntası” diyorlardı, zira şiddet miktarlarını beğenmiyorlardı. Şok eksikti anlayacağınız.
Oysa Endonezya öyle olmadı. Yine bir milli kalkınmacı olan Sukarno burada iktidara gelmiş ama sistemin bunu kabul etmemesi söz konusudur. Senaryo aynıdır, bu sefer çok zalim bir general bulunur. Suharto gerçek bir katliam yapar. Denilene göre CIA’nın verdiği adreslere ellerinde palalarla giden aşırı dinci gruplar süreç içinde bir milyonu aşkın devrimciyi öldürmüştür. Burada da bir şok oluşturulmuş ardından yeni düzen ihdas edilmişti. Senaryo yine aynıydı. Ford vakfı bursuyla Chicago üniversitesinde okuyan “Berkeley mafyası” denen öğrencilerin oluşturduğu yeni ekonomik düzen uygulamaya girdi. Tanıdık geldi mi size. Geldiyse devam edeyim zira bundan sonraları hep aynı senaryoydu. Hemen sıkı bir özelleştirme 50 kuruşluk malı 1 kuruşa yabancı sermayeye peşkeş çekme. Her şey yolunda gidiyordu onlara göre, zira modernleşme teorilerine göre Batının zenginliğine ulaşmak isteniyorsa onların geçtiği süreçten geçmek lazımdı. O yüzden biraz modernleşme teorisine gireyim.
DİPNOT
1). https://history.state.gov/historicaldocuments/frus1952-54v13p1/d716