Onlara erişmek zorundaydık açığı kapatmak için gelişme stratejilerini benimseyip kılavuzluğunu istemeliydik.

1950'lerde ortaya çıkan, Rostow ve arkadaşları tarafından öne sürülen "Modernleşme teorisi" oryantalizmin bir alt türü gibi neredeyse. Onlara erişmek zorundaydık açığı kapatmak için gelişme stratejilerini benimseyip kılavuzluğunu istemeliydik. Öyle masumane görünen bir şey gibi geliyor biliyorum ama bunlara karşı “bağımlılık teorisyenleri” denilen bir grup Marksist iktisatçı belgelerle cevaplar yazdılar. Söylediklerini rakamlarla çürüttüler. Evet hakikaten de bu adamların girdiği ülkeler bırakın iyi olmayı “Züccaciyeci dükkanına giren fil” gibi bir tahribat görmekteydi. Türkiye’de Belge yayınları tarafından basılan “Friedman modeli kıskacında Şili” kitabı bu yıkımı bizlere ve dünyaya iyi bir şekilde göstermişti. Andre Gunter Frank’ın da bir yazısı vardı burada.

ŞİLİ VE TANIDIK (!) ACI REÇETELER

Tekrar Şili’ye geldim zira en önemli laboratuvar burasıydı. İlk ekonomik tedbirler alındı ancak durum çok kötüleşti. Enflasyon patladı sokak huzursuzlukları askeri yönetime rağmen artmaya başladı. Friedman tekrar konuştu. Bu reformların başarısız olmasının nedeni “Acı reçeteler”e tam uyulmaması imiş yani. Bu acı reçeteyi de bir yerlerden hatırlarsınız mutlaka, dedim ya senaryo bir yerde tutunca aynısını başka yerlerde de uyguladılar diye. Her zaman her yerde “şok ve format”. Bu önlemlerden sonra tarihe “Şilili piranhalar” denilen ülkenin en zenginleri çıktı. Onların karşısında da giderek elindekileri azalan geniş halk kitleleri.

Chicago boysların yuvalandığı “Santiago Katolik Üniversitesi” darbenin ardından rakibi “Şili Üniversitesi”ni de çökerteyim bari deyince buradan yüzlerce öğretim üyesi tıpkı bizim 1402’likler gibi okuldan atıldılar. Bu işi de tamamlamışlardı yani anlayacağınız.

12 Eylül’ü yaşayanlar hatırlayacaktır. Gözaltına alınanlar büyük yerlerde toplanmışlardı. İşte Şili’den alınmıştı bu örnekte. Meşhur Victor Jara’ya öfkeleri büyüktür, Şili'nin en büyük stadyumunda parmaklarını parçalarlar bir daha gitar çalamasın diye ama o da kesmez, en nihayet katlederler Jara’yı.

Şili deneyimi Latin Amerika ülkelerini hizaya sokmak için emperyalizme bir ivme kazandırmıştı. Psikiyatrik işkence deneyleriyle başlayan bedeni hakimiyet altına alma süreci bu kez ekonomik yıkımlar ile yani şok ve format ile devam ediyordu. Bu kadar uzun tarihten sonra Türkiye’ye geleyim en nihayet.

LABORATUVAR DENEĞİ OLARAK TÜRKİYE: İLK FORMAT

Hep söylenir Türkiye için 12 Eylül bir kırılma olmuştur diye. Ama aslında esas kırılma ondan biraz daha önce 1977 1 Mayıs’ı itibarıyla başlamıştı. Birikim çevresi o dönem çıkan aylık dergisinde bu kırılmayı çok önemli bir şekilde tespit etmişti. Analize göre 1 Mayıs olayından sonra kontrgerillanın oyunu ne kadar ahlaksızca oynayabileceklerini göstermeleriyle solun geniş halk kitleleriyle bağı kopacaktı. Hakikaten de bundan sonra daha da korkunç saldırılara şahit olunmuş şiddet giderek sarmalını arttırmış halk “nasıl olursa olsun bu iş çözülsün artık” noktasına gelmişti. Daha sonra Evren’in anılarında da gördüğümüz gibi bundan sonra insanların ölümü darbenin şartlarının olgunlaşması için istatistiki bir veriydi.

70’lerin ve 80'lerin önde gelen ekonomik ideolojisi biraz önce bahsettiğim Friedman modeli Neo libaralizmdi. Bu yeni model daha önce “Bretton Wodds” da ABD dolarına göre konumlanan ekonomiler modeline devam ettiriyordu. Ayrıca bir de avantaj veriyordu kapitalizmin kabesine: Artık dolar karşılığı ABD merkez bankasında altın bulundurma zorunluluğu da kalkıyordu. Bu kural da 1978’de “Washington mutabakatı” ile onaylanınca artık sistem tabir-i amiyane çift okeye dönüyordu.

ABD’de her zaman “Think thank” kuruluşları onlarca, yüzlerce fikir öne sürer. Elbet bu kuruluşların içinde daha prestijli olanların söylediklerinin dikkat çekmesi normaldir. Bunların içinde de daha önceden tanınan düşünürlerin odak olması da normaldir. Brezinski, Huntington, Fukuyama hemen aklıma gelenlerden bazıları mesela.

Fukuyama’yı SSCB yıkıldıktan hemen sonra ortaya attığı “Tarihin sonu” tezinden hatırlarsınız. Huntington’u da Sovyet bloğunun yıkılmasının ardından oluşan boşluğu yeni bir düşman ikame ettirme sürecinde “Medeniyetler çatışması” tezinde görmüşsünüzdür. Dünya boşluk kaldırmıyordu. Umberto Eco’nun “Düşman yaratmak” kitabında söylediği gibi düşmansız olmuyordu, safları sıklaştıramıyordun yoksa. Huntington’un bu tezi devlet kademelerinde kabul edildikten sonra yeni bir düşman bulunmuştu: İslam.

İşte onlardan önce Brezinski’nin “Yeşil kuşak” politikası 70’lerin sonu ve 80’ler için ABD iktidar katmanlarında kabullenilmiş uygulamaya konulmuştu. Sovyetlerin ilk belası Afganistan olmuştu. Pek de hesaplanmayan İran devrimi ardından bu devrimin önünü kesmek için provoke edilen İran-Irak savaşı bu politikanın izdüşümleriydi.

Özal Cumhuriyeti taşıyan “KİT” Kamu iktisadi teşekküllerini “devlet ticaret mi yapar” diyerek 50 kuruşluk yeri bir kuruşa veriyor ve bunu da yabancı sermaye geliyor zaten verimli olmayan siyasi partiler elinde “arpalık” haline gelmiş olan yerlerden kurtuluyoruz ve sair sözlerle bunu savunuyordu. Yine bir darbe ardından yerli-yabancı sermaye tarafından kapış kapış giden bir ülke senaryosu daha uygulanıyordu.

Format ekonomi alanında sürerken siyasi alanda da 80 öncesi çıtı çıkmayan bir nabız ön plana çıkıyor, toplum yeşil kuşak politikasının da destekleriyle dini yönde dönüştürülüyordu. Devrimci ve ülkücü bıyığı güme giderken, yeni moda, özellikle nurcu kesimin başlattığı, makasla ama özellikle makasla kesilip inceltilmiş bıyıklar oluyordu.

LABORATUVAR DENEĞİ OLARAK TÜRKİYE: İKİNCİ FORMAT

Bu makasla inceltilmiş bıyıklılar ülkenin her tarafında söz sahibi oluyor ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan güçleniyorlardı. Formatın ikinci kısmı AKP’nin iktidara gelmesi ve merkez sağ partilerin yok olmasıyla başlıyordu. Bu süreçte cemaatin daha da güçlenmesiyle ve tam anlamıyla bir dış destekle birlikte Ergenekon ve zeyli operasyonlarla rejimin direği olan Kemalist kesimlerin tasfiyesi başlıyordu. Bunu büyük ölçüde başarmışlarken düşünemedikleri bir şekilde toplumsal tepki de yükseliyordu. Atatürk’ün bu ülkenin temeli olduğunu ve ne kadar kökleştiğini hesaplayamamaları planlarını ayaklarına doladı. Yani sadece asker-sivil vesayetle açıklanamayan bir bağ vardı halkla Mustafa Kemal arasında, bu öyle icatlarla, resmi söylemlerle, kutlamalarla açıklanamayacak bir şeydi. Milletin her tarafına sirayet eden bir bağ söz konusuydu yani.

KARŞI FORMAT

Bu ikinci formatta cemaatle çatışma Erdoğan’ı tasfiye etmeye çalıştığı nabızla bir araya gelmesine yol açtı. Gezi olayları da Erdoğan’ın neredeyse iktidarına mal olacak bir seviyeye geldikten sonra bu yeni kurduğu koalisyonun da etkisiyle geniş topluluklar dağılmış kalan marjinal örgütler de bir süre sonra ortalıkta görünmemişti. Ardından gelen 15 Temmuz darbe girişimi özellikle bu yeni kurduğu koalisyonun devletteki etkisi ve gücü nedeniyle bertaraf edilmiş ardından cemaatin 40 yılda oluşturduğu sosyal, ekonomik, siyasi bütün birikim kısa sürede darmadağın olmuştu.

Ancak koalisyon da olsa bu kesimler birbirlerinin altını oyuyorlardı. Erdoğan Gezi sonrası giderek otoriterleşmiş bir zamanlar söylediği gibi “demokrasi tramvayı”ndan inmişti. Partinin ağır topları yavaş yavaş azalırken kendisine minnet eden yeni politikacılar öne çıkıyor, Erdoğan giderek -ismini söylemek kimin haddine yani- “beyefendi” oluyordu. Etrafına hale örüldükçe yalnızlaşıyor bir taraftan da yeni koalisyonu yavaş yavaş tasfiye ediyordu. Bu süreçte yaptığı koalisyonun da etkisiyle önceden beri söylediği Kürt sorununu çözme azminden bambaşka bir yere kaymış açılım masasını dağıtmıştı.

LABORATUVAR DENEĞİ OLARAK TÜRKİYE: ÜÇÜNCÜ FORMAT

Bu ikinci formatın sonlarına doğru kendisine destek olan gerek ABD gerekse de Avrupa ülkeleriyle arayı açıyor, partisindeki yeni yüzlerle beyefendileştikçe majestik bir dil tutturuyordu. Bu süreci en çok da Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi yürütüyor, bakanlar ve sair kişiler de bunu sürdürünce ortaya tuhaf bir şekilde “Sayın Cumhurbaşkanımızın tensipleriyle” diyerek bu majestik dil sürdürülüyordu. Beyefendi oldukça milletten uzaklaşıyor “ekonomik krize inanmıyorum” cümlesini samimi bir şekilde kuruyordu. Elhak haklıdır da, etrafında fakir yoktur zira.

Son formatta yine Kürt açılımı türü hikâyelere döndüler, ancak meşruiyeti de inandırıcılığı da inanılmaz derecede zayıf. Açılım sürecini başlatan MHP’de genel merkeze karşı ifade edilemeyen bir hoşnutsuzluk var. DEM parti çevresindeyse parlamento seviyesinde bir ilişki kurulsa da tabandaki rahatsızlık yüzünden bu ihtiyatlı bir şekilde gidiyor. Yani milletvekillerinin ve liderlerin görmediği ya da manipüle etmek istediği bu süreç her kesimde bir tatminsizlik yarattı. Kürtlere “açılım işte daha ne istiyorsunuz” dense de pratiklerden ve AKP-MHP’nin kendilerine yaptıklarından dolayı seçmen hala bir huzursuzluk içinde. Meclis bazında görüşeceğiz dense de bir birliktelik söylentisi dahi DEM tabanını rahatsız etmekte. Tabanın görüşmelere psikolojik olarak katılmadığı görüldükçe de bu süreç akamete uğrayacak. Yani Ankara’da bitireceğiz diye düşünülen bu iş öyle kolay değil.

Bu üçüncü formatta partisinde gerek ağır topların kalmaması gerekse de partisine ideolojik düzeyde meşruiyet katan cemaat ve liberallerin de olmamasıyla söyleyecek sözleri yok. Açık söylemek gerekirse partideki malzemede böyle bir istidat da yok hani. “Dava” ile çağrıştırılan söylemlerin hiç de doğru olmadığı bu kadar pratik içinde görüldü zaten. Şimdi ideolojik ikna yok, siyasal olarak söylemin geçmiyor, ahlaki üstünlükte kafayı sağa sola çeviriyorsun. O yüzden bu üçüncü format yargıdaki bir avuç kişiyle her nasılsa yürüyor. Yürüyor ama tarihi onlar da okumuşlar, biliyorlar. Toplumlar hukukla hizaya getirilmez. “Öyle sağdan sayılacak, say” demekle olmayacak yani. Yok kimse beceremedi ama ben becereceğim diyorsan saydır istersen, saydır görelim bakalım.

DİPNOT

  1. 2019 yapımı “ReMastered: Massacre at the Stadium” belgeselinde dönemin askerleri ve görgü tanıklarıyla konuşuldu. Katliamı yapanlar cezalandırıldı, ancak Jara’nın ölümünde esas rolü olan komutan Pedro Barrientos şimdi Amerikan vatandaşı olduğu için kendisine dokunulamadı.